26 Ekim 2014 Pazar

Mutsuzluk / Franz Kafka

Dayanılmaz olmaya başlayınca -bir Kasım akşamına doğru- odamdaki halının ince şeridi boyunca, aydınlık caddenin görünümünden ürkerek, sanki bir yarış pistin-deymişim gibi koştum. Sonra odanın içine doğru dönünce, aynanın derinliklerinde yeni bir amaç bularak haykırdım. Bir yanıtla veya gücünü azaltabilecek her hangi bir şeyle karşılaşmayan kendi sesimi duydum yalnızca. Böylece kontrolsüz bir biçimde yükseldi ve duyulmaz hale gelmesine rağmen durmadı. Duvardaki kapı bana doğru süratle açıldı, çünkü sürat gerekliydi ve hatta aşağıdaki kaldırım taşlan üzerinde atlar savaşa girmiş gibi şahlandılar ve boğazları düşmana karşı açıktı.

Bir çocuk, lambaların henüz yanmadığı zift karan-lığındaki bir koridordan çıkıp hayalet gibi ansızın geldi ve belli belirsiz titreyen tahta zeminde parmaklarının ucunda durdu. Odamdaki alacakaranlığın ışığıyla birden sersemleyerek, elleriyle yüzünü hemen kapattı. Ama pencereye attığı bir bakışla beklenmedik biçimde mutlu oldu. Sokak lambalarının yükselen buharı sürgülerin arkasındaki karanlıkta eriyordu. Sağ dirseğiyle kapı ara-lığındaki duvardan destek aldı ve dışardan gelen hava akımın ayak bilekleri, boğazı ve şakaklarının üzerinde oynamasına izin verdi.

Ona kısa bir bakış attım, sonra “İyi günler” dedim ve sabahlığımı sobanın üzerinden aldım, çünkü orada yarı çıplak durmak istemiyordum. Bir müddet için ağzım açık kaldı, böylece heyecanım çıkıp gidebildi. Ağzımın tadı iyi değildi, kaşlarım dalgalanıyordu. Kısacası, bu ziyaret, bekliyor olmamama rağmen, gereksinimim olan tek şeydi.

Çocuk, duvarın yanında aynı noktada duruyordu. Sağ elini sıvaya bastırmıştı ve çok meşguldü. Yanakları pembeydi; beyaza boyalı olan duvarların yüzeyi pürüzlüydü ve tırnak uçlarını aşındırıyordu “Gerçekten beni mi arıyorsun? Bir yanlışlık olamaz mı? Bu binada yanlışlık yapmaktan daha kolay bir şey yok. Benim adım şu ve üçüncü katta yaşıyorum. Aradığın kişi ben miyim?” dedim. “Sus, sus” dedi çocuk omuzlarının üzerinden: sorun yok.” “O zaman içeri gel, kapıyı kapatmak istiyorum.” “Hemen kapatınm. Endişelenme, rahat ol.” “Endişelenmiyorum. Ama bu koridorda oturan birçok insan var ve tabii ki bir çoğunu tanımıyorum; birçoğu işlerinden dönüyorlardır. Eğer odada birisinin konuştuğunu duyarlarsa, kapıyı açıp ne olduğuna bakmaya hakları olduğunu düşüneceklerdir. Bunlar böyle işte. Günlük işlerinde çalıştıktan sonra, geçici olarak özgür kaldıkları akşamlarda kimseden emir almazlar. Ayrıca, bunu, benim kadar sen de çok iyi biliyorsun. Kapıyı kapatmama izin ver.” “Neden? Sana ne oluyor? Tüm ev gelse de umurumda değil. Yine de, söylediğim gibi, kapıyı kapattım bile. Kapıları kapatabilecek tek insanın sen olduğunu mu sanıyorsun? Anahtan bile çevirdim.”
“Tamam o zaman, daha fazlasını isteyemem. Kapıyı kilitlemen de gerekmezdi. Şimdi burada olduğuna göre, rahatla. Misafirimsin. Bana tamamen güvenebilirsin. Evindeymiş gibi hisset ve korkma. Kalman veya gitmen için seni zorlamayacağım. Bunu sana söylemeli miyim? Beni biraz tanıyor musun?” “Hayır. Bunu bana söylemene gerek yok. Dahası, bana söylememeliydin. Ben bir çocuğum; benim için neden bu kadar çok merasim yapıyorsun?” “O kadar da kötü değil. Bir çocuk tabii ki. Ama çok küçük değil. Oldukça büyüksün. Eğer genç bir hanımefendi olsaydın, kendini bu odaya benimle birlikte kilitlemeye cesaret edemezdin.” “Bunun için endişelenmemize gerek yok. Şunu söylemek istiyorum: seni tanımış olmam benim için bir korunma sağlamaz, yalnızca seni, önümde rol yapmaktan kurtarır. Ve bana kompliman yapıyorsun. Yapma, yalvarıyorum, yapma. Ayrıca, seni her yerde ve her zaman tanıyamam, hele bu karanlıkta hiç. Işığı yakarsan daha iyi olacak. Hayır, belki de olmayacak. Her neyse beni tehdit ettiğini unutmayacağım.” “Ne seni tehdit mi etmeliyim? Ama, buraya bak. Sonunda buraya gelebildiğin için çok memnunum. ‘Sonunda’ diyorum, çünkü çok geç oldu. Neden bu kadar geç geldiğini anlayamıyorum. Seni görmenin neşesiyle rasgele konuşuyor olabilirim ve sen de cümlelerimi yanlış anlıyor olabilirsin. Böyle bir şey söylediğimi, tehdit ettiğimi onlarca kez kabul edebilirim. Sen nasıl istersen. Yalnızca kavga etmeyelim Allah aşkına. Ama bunu nasıl düşünebilirsin? Beni bu kadar çok nasıl incitebilirsin? Burada olduğun bu kısa anı berbat etmek için neden ısrarlısın? Bir yabancı, sana göre daha çok yardıma hazır olurdu.” “Buna inanabilirim; büyük bir keşif değil. Hiçbir yabancı, benim şu anda doğal olarak bulunduğumdan daha fazla yakınına gelemez. Bunu sen de biliyorsun. O zaman bu acındırma duygusu niye?. Bir komedi başlatmak istiyorsan, hemen giderim.” “Ne! Bunu bana söyleyecek kadar yüzsüz müsün? Biraz fazla cesaret gösteriyorsun. Her şeyden önce, bulunduğun yer benim odam. Tırnaklarınla deli gibi kazıdığın benim duvarlarım. Benim odam, benim duvarlarım! Hem söylediğin, yüzsüz olduğu kadar çok saçma. Kendi yapının benimle böyle konuşmana neden olduğunu söylüyorsun. Öyle mi? Yapın mı seni zorluyor? Yapın çok nazik-miş. Senin yapın bana ait ve ben de yapı olarak sana dostça duygular besliyorsam, sen başka birisi olamazsın.” “Bu dostça mı?” “Daha önceden bahsediyorum.” “Daha sonra nasıl olacağımı biliyor musun?” “Hiçbir şey bilmiyorum.” Ve masaya giderek, üzerindeki mumu yaktım. O zaman odamda ne gaz lambası ne de elektrik vardı. Sonra, bundan yorulana kadar odada oturdum. Paltomu ve şapkamı aldım, mumu söndürdüm. Dışarı çıkarken, sandalyenin ayağına takıldım. Merdivenlerde, katımda oturan kiracılardan birisine rastladım. İki ayağını iki basamak üzerine koyarak, “Yine dışarı mı çıkıyorsun, kerata?” diye sordu. “Ne yapabilirim ki?” dedim, “odamda bir hayalet var.” “Bunu sanki çorbanda kıl bulmuş gibi söylüyorsun.” “Şaka yapıyorsun. Ama sana şunu söyleyeyim, bir hayalet, bir hayalettir.” “Eğer hayaletlere inanmıyorsan bu nasıl gerçek olabilir?” “Benim hayaletlere inandığımı mı sanıyorsun? Ama inançsızlığımın bana bir yaran yok.” “Çok basit. Aniden beliren bir hayaletten korkmana gerek yok.” “Ah, bu yalnızca ufak bir korku. Gerçek korku hayaletin ortaya çıkış nedeninin yarattığı korku. Bu korku gitmiyor. Hala içimdeki gücünü duyumsuyorum.” Sinirli bir biçimde ceplerimi karıştırmaya başladım. “Eğer hayaletin kendisinden korkmuyorsan, oraya nasıl geldiğini kolayca sorabilirsin.” ‘Bir hayaletle konuşmamış olduğun çok açık. Onlardan doğrudan bilgi alamazsın. Bir orada, bir burada olurlar. Bu hayaletler, kendi varlıkları konusunda bizden daha fazla şüphecidirler. Ne kadar kırılgan oldukları göz önüne alınınca, bu hiç de şaşırtıcı değil.” “Onların şişmanlatılabileceğini duymuştum.” “Ne kadar bilgilisin. Oldukça doğru. Ama bunu yapabilecek birisi var mı?” “Neden olmasın? Eğer dişi bir hayaletse, örneğin” diyerek üst basamağa çıktı. “Aha” dedim, “buna bile değmez.”

Başka bir şey düşündüm. Komşum beni göremeyecek kadar uzaklaşmıştı. Beni görebilmek için eğilmek zorundaydı. “Hepsi aynı” diye yukarı doğru bağırdım, “eğer hayaletimi çalarsan, aramızdaki her şey sonsuza kadar biter.” “Yalnızca şaka yapıyordum” dedi ve başını geri çekti. “Tamam” dedim. Artık sakin bir yürüyüşe çıkabilirdim. Ama kendimi çok yalnız hissettiğim için, tekrar yukarı çıkarak yatmayı yeğledim.
Franz Kafka, Mutsuzluk

24 Ekim 2014 Cuma

Modern Öykü Kuramı

Öykü, tek bir yataktan akmayı reddeden ırmak gibidir. Her yazarın elinden yeni bir yol izler ve izlediği yollarla beraber şekillenir, biçim kazanır. Kimi, karşımızdaymış gibi canlıdır; okurken aynı zamanda onu seyrederiz.  Kimi kımıltısız bir göl gibidir ama sözcüklerin gücüyle derinlerdeki çalkantıyı kusursuzca anlatır. Kimi sırlı bir kapıdan başını uzatır ve ardından saklanır; ne her şey açığa çıkmıştır ne de tamamen gizlenmiştir. Necip Tosun’un Modern Öykü Kuramı’nda dediği gibi “Öykü, ille de bir yere varmak değil, yolculukta kaybolmaktır.”

Uzun bir çalışmanın ve araştırmanın ürünü olan eser nihayet elimizde. Öykü yazarının yol göstericisi diyebileceğimiz bu kitapta Necip Tosun, öykünün tarihi serüvenini, zaman içerisindeki değişimini, çeşitlenişini ve bu çeşitliliği ortaya çıkaran unsurları kusursuz bir dille anlatıyor. Öykünün kuramsal temellerine ışık tutması açısından oldukça önemli bir kitap. Onu önemli yapan unsur zengin bir içeriğe sahip olmasının yanında, bu konuda ülkemizde kaleme alınmış eserlerin yok denecek kadar az olmasıdır. Necip Tosun aynı zamanda bir öykü yazarı olarak öyküyü irdeliyor. Tanıdığı bir kavramın izini sürüyor olması, öyküye hem bir yazar hem de okuyucu gözüyle bakmasını sağlıyor.

Kitap, öykü okuyucusu ve yazarı için harita özelliği taşıyor.  O harita üzerinde öykü çeşitlerinin ve onları işleyen, yontan, yükselten öykü yazarlarının yerleri bellidir. Okur, o haritayı eline alır ve aradığını bulur. Poe’nin atmosfer yaratmadaki ustalığını, Gogol’un öyküdeki öncülüğünü, Çehov’un romanlar ülkesinde öyküyü kabul ettirişini, Rilke’nin öyküde nasıl bir yol izlediğini, Tomris Uyar’ın “yeni” arayışını ve daha birçoklarını öğreniyorsunuz.

Necip Tosun öykü okuyucusuna/yazarına öykü birikimini aktararak yol göstermekte, yeni ufuklar açmaktadır. Öykünün zaman içerisindeki akışını, oluşumunu, değişimini; tarihsel sırayı takip ederek ve insanların yaşam tarzındaki değişimlerle bağdaştırarak anlatır. Geleneksel anlatıdan modernizme, modernizmden postmodernizme geçiş sırasında öyküdeki değişimi ve bu değişimi ortaya koyan öncüleri açık bir dille okuyucuya sunar.  Modern anlatı ve geleneksel anlatıyı kıyaslar. Ortaya çıktığı toplumu araştırır ve değişen yaşamla  öyküyü  bağdaştırır. Doğru veya yanlışlığından çok,  tarzın; öyküdeki işlevine, öyküye katkısına bakar. Postmodernizm için söylediği sözler de buna örnektir: “Sonuç olarak post modern tutum, edebiyatta bir imkândır. Yenilikçi arayışın, biçimci tutumun bir yansımasıdır. Karşı çıkarken de, yanında yer alırken de ona böyle bakılmalıdır.”

Öykünün özgünlüğünü, yıllar içindeki arayışını değişimini daha net görebilmek için, öyküyü etkileyen diğer sanat türlerini de araştırdığını anlıyoruz. Öykünün sinema, roman, resim, fotoğraf ve müzikle ilişkisini de ele alıyor. Yazıdaki ritmi müzikle, canlandırmayı sinemayla, zihinde oluşan parça parça kareleri resim veya fotoğrafla ilişkilendiriyor. Öyküyü diğer yazım türleri olan roman ve şiirle  karşılaştırırken birbirlerine yakınlaştıkları ve birbirlerinden uzaklaştıkları durumları ayrıntılarıyla anlatıyor. Ritim için ses , görsellik için fotoğraf ya da resim gerekirken, öykü yazarının bunları sadece sözcükler ile yapabildiğini her konu içerisinde farklı bir yolla anlatıyor. Düşüncelerini, ustalardan yaptığı alıntılarla destekliyor ve böylelikle konuya evrensel bir bakış kazandırıyor.

Necip Tosun’un  insan ve yaşam üzerine de çarpıcı tespitleri vardır. Yoğunluk Ayrıntı ve Yüzleşme başlıklı yazısında modern insanın görsel medya ve sinema tutkusunu “modernizm insanlara özet yaşamı dayatmaktadır” sözleriyle açıklar. Bu özet yaşam içinde öykünün yerini belli eder. Öyküyü mekân olarak da inceler; şehir ve kasaba öykülerini birbirinden ayırır ve kahramanlarını o mekâna has kılar. Buradan çıkan edebiyatın da şehir/kasaba edebiyatı olduğunu söyler. Dil, atmosfer, ironi, tasvir, melankoli, ritim ve gerilimin öykü üzerindeki etkilerini ayrıntılarıyla anlatır. Dilin yazıdaki öneminden bahsederken şöyle der:” Yazınsal metinlerde dil, sadece duyguları, düşünceleri aktaran bir “araç” değildir. Çünkü yazınsal dil bunların yanında yazarın sanat anlayışını, estetik tutumunu da yansıtır. Kuşkusuz bu biçemdir” Öykünün sanat türleri yanında felsefe, tarih ve siyasetle olan ilişkisini ve bu ilişkinin sınırlarını tarihi anlatımlara dayalı olarak nesnel bir bakış açısıyla ortaya koyar.

Necip Tosun, hiçbir anlatım türünü eleştirmez sadece bunlarla ilgilinitelikli bir detay sunar. Çok dikkatli okunduğunda, taraf olduğu öykü profili zihnimizde oluşur. Ama o tercihini kelimelerin arkasına saklar ve böylece okuyucunun objektif bakış açısına zarar vermemeyi amaçlar. Yaptığı alıntılarla konuyu pekiştirir, hiçbir yazarı ve hiçbir öyküyü tartışmaz. Sadece anlatmak istediği konuda onu bir örnek olarak işler.

Kitabın her satırında öykünün sesini yükseltmek isteyen Necip Tosun’un heyecanını, tutkusunu, adanmışlığını duyumsarsınız. Okuduğu öykünün içindedir, bu yüzden onu okuyup geçmez; dil, anlatım, tema, zaman ve mekan bakımından araştırır. Öyküyü, kendisi yazmış gibi içselleştirir ve böylece yazarın o anki ruh haline bürünür. Yazara gördüğü rüyanın fotoğrafını çizer, kısaca  öykücüye öyküsünü anlatır.

Necip Tosun’un yazılarında göze çarpan özelliklerden biri de okuru ve yazarı iyi analiz etmesidir. Tosun, yazarın yazarkenki, okurun da okurkenki iç dünyasını anlatır. Hem yazarı hem de okuru keşfetmeye çalışır. Öykü yazarına, okurun ruhunu yakalayacağı öyküleri nasıl yazacağının ipuçlarını verir. Özellikle öyküye yeni başlamış birinin şimdiye kadar dönüp kendi öyküsüne bakmadığını hatırlatır. Öyküde biçim, anlatım türü ve diğer yönler bakımından nerede durduğu konusunda fikir edinmesini sağlar. Öykü yazarı Modern Öykü Kuramı’nı okuduktan sonra, şimdiye kadar öykü hakkında söylenenleri ve yapılanları daha geniş bir açıdan görür.

Günümüze gelinceye kadar farklı anlatım ve dil teknikleri kullanılarak ortaya çeşitli yapıtlar konulmuştur. Hem dünya edebiyatında hem de Türk edebiyatında öyküye yeni yollar arama ve açma çabaları devam ediyor. Necip Tosun kitabında bir taraftan öykünün tarihsel gelişim/değişimini ele alıyor, diğer taraftan öyküyü baştan sona her bakımdan inceliyor. Kitabın sonundaki kişi adları dizini ve konu dizini okuyucunun işini kolaylaştırmakta ve bir sözlük görevi yapmaktadır.

Türkiye Yazarlar Birliğitarafından “2011yılı Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri”nde  “Modern Öykü Kuramı”, “Edebi Eleştiri” dalında ödüle layık görüldü. İyi yapıtların desteklenmesi oldukça sevindirici… Modern Öykü Kuramı başucu kitabı olabilecek nitelikte. Bu, hem öykü yazarı hem de öykü okuru için büyük bir kazançtır.


EMİNE BATAR, Yedi İklim, Mayıs 2012

12 Ekim 2014 Pazar

Neden Herkes Ben Değil?

Bu yazıyı izlediğim bir videodan sonra yazıyorum. Videoyu da paylaşıcam en sonda ama öncelikle bu konu hakkında birkaç şey söylemem lazım. İnsanların ya da daha doğrusu insanlarımızın ben kelimesini her şartta ortaya koyması o kadar zoruma gidiyor ki. Kişi kendisi gibi düşünmeyeni neden hemen dışlıyor bunu anlamak gerçekten çok zor. Kendi fikir ve görüşlerini başkasının kabul etmesini istiyor ve herkesin kendisi gibi olmasını bekliyor. Kendisi gibi giyinsinler, kendisi gibi konuşsunlar, kendisi gibi düşünsünler istiyor. Bu benlik safsatalarıyla karşıdakini hor görüp, aptalca bir sebepten anlamsız kavgalara mahal veriyorlar.

Özellikle bencilliğin hat safhaya ulaştığı ülkemde ben değilde biz diye düşünen bir toplumu ne zaman göreceğim. Bunu sabırsızlıkla bekliyorum. Ülkemdeki bütün insanları çok seviyorum. Ama birbirine saygılı olmayan, birbirini düşüncelerinden, giyinişlerinden ve inandıkları yüzünden kınayan bencil insanlardan nefret ediyorum demek istemiyorum, çünkü ben onlara sadece acıyorum.
Neden herkes ben değil diyerek yürümeye devam etsinler onlar. Fakat şunu hiç unutmasınlar ki kimse kendileri gibi düşünmek, konuşmak, inanmak zorunda değil...
İzlediğim videoya gelince onu da paylaşayım o zaten anlatıyor her şeyi haydi selametle.....

17 Eylül 2014 Çarşamba

Ölüm Üstüne - Montaigne


Madem ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates’e; “Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler,” denildiği zaman: “Tabiat da onları!” demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.


 Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: “Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler – Lucretius).
 Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
“Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius.”
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.

10 Eylül 2014 Çarşamba

İhtiyar Adam ve Atı

Köyün birinde yaşlı ve çok fakir bir adam varmış. Ama kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. 'Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?' dermiş hep.

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. 'Seni ihtiyar bunak! Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın' demişler.

İhtiyar 'Karar vermek için acele etmeyin' demiş. 'Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.' Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler.
Aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki bir düzine vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. 'Babalık' demişler. 'Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.' 'Karar vermek için gene acele ediyorsunuz' demiş ihtiyar. 'Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç... Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?' Köylüler bu defa açıktan ihtiyarla dalga geçmemişler ama, içlerinden 'Bu herif sahiden gerzek' diye geçirmişler.



Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara... 'Bir kez daha haklı çıktın' demişler. 'Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın' demişler. İhtiyar 'Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz' diye cevap vermiş. 'O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar... Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.'

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. 'Yine haklı olduğun kanıtlandı' demişler. 'Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.' 'Siz erken karar vermeye devam edin' demiş, ihtiyar. 'Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.'
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış: 'Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.'

24 Ağustos 2014 Pazar

Korkulardan Kurtuldum

Ağır ağır çıkıyordu merdivenlerden bin bir düşüncenin içine hapsolmuş bedenini sürükleye sürükleye ilerliyordu. Ayakları ilerlese de zihni durmuş ve derin saplantılara gömülmüş bitmek bilmeyen korkular arasında kalmış bir biçimde, ruhunu meşgul eden korkulardan kurtarmaya çalışıyordu. Zor da olsa evin yolunu bulmuş kapıyı çalıp hızla içeri girip yatağına uzanması bir an içinde olmuştu. İçeriden gelen seslere aldırış etmeden yatağının tadını çıkarmaya başlamıştı. Ama zihnini hala o meşguliyetten kurtaramamıştı. Aklında bin bir soru ve hala zihninde aynı düşünce uyumak istiyor ama bir türlü uyuyamıyordu. Zihnini kemiren sorulara bir cevap bulmak istiyordu.

Bütün bu soruları kendine tek tek soruyor, kendi kendince cevaplar üretmeye çalışıyordu ama bir türlü aradığı cevabı bulamıyordu. Sıkılmıştı ruhu daralıyordu. Olanlara bir anlam yüklemek istiyor ama bir türlü yapamıyordu. Sanki soruların ve hayatının anlamının cevapları kalbindeymiş de kalbini hiç tanımıyormuş gibi hissediyordu.
Darmadağınık olan düşünceleri her dakika zihnine zarar veriyordu. Ürperen bedenine hakim olmaya çalışıyordu. Artık ölümü düşünmeye başlamıştı. Saatinin hızla vuran tik takları zihnini paramparça ediyordu. Başka şeyler düşünmek istiyordu. Fakat bir türlü beceremiyordu. Korkularını zihninden atamıyordu. Uyumaya çalışıyordu ama bir türlü uyuyamıyordu. Saat epey ilerlemişti. Karanlık geceye çöktüğü gibi onunda ruhuna çökmüştü. Korkuyordu, titriyordu, hareket etmiyordu ve her geçen dakika bir kat daha korkuları titreyişleri artıyordu. Sonra düşüncelerinden kurtarmak için bir yol buldu kendince...




Ellerini semaya kaldırdı. Duygularını sakin ve bir başına bırakarak içinden geldiği gibi yakarmaya, yalvarmaya başladı. Her yakarışta ve yalvarışta kararan ruhunun aydınlandığını hissediyordu. Daha içli ve daha içli sesini arşa çarptırırcasına yakarıyordu. Kalbi ve ruhu hafifliyordu. Artık anlamsızlaşan korkulardan ve hislerden kurtulmuştu. Rahat bedeniyle beraber ruhuna da bir hafiflik sarmıştı. Yatağa uzandı, başını ve bedenini sağ tarafa çevirdi. Ölümü hissedercesine derin bir uykuya daldı...

Ahmet Culum

21 Ağustos 2014 Perşembe

Hayalinde İnatçı Genç

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası. 


Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.

 Ertesi Gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi. 

İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı Kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı. "Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk. "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası. "Paran yok. Gezginci bir Aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. 

Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm." Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.

 Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!" 

Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi. "Ben de hayallerimi."O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. 



Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi, "Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

7 Ağustos 2014 Perşembe

Unutursun Deyişine



Unutursun 'Deyişine'

unutmak, yıldızların ciğerine saplanan 

bir lâle yaprağına gömmektir sevgiliyi 
unutmak, bir kaktüsün küllerinde ansızın 
alevli bir tapınak eylemektir sevgiyi 
unutmak, semendere zehir sunmaktır, gülüm 
taş dolu yüreklerin lügatinde bulursun 
unutmak, sessizliğe yine kanmaktır, gülüm 
unutulursa şair, sen de unutulursun 



bir dağın bir kuyuya tıhum ektiği yerde 
balığın yüzgecinden irin döktüğü yerde 
kralın, kölelerin emrinde yürüdüğü 
geminin bir köpükte okyanus aradığı 
ay'ın arzı terkedip gökte durduğu ândaa 
serseri bir kurşunun ay'ı vurduğu ânda 
başını ellerinin arasına al ve dur 
işte o lahza gülüm, bu can seni unutur 



unutmak, bir saatin kırılan camlarında 
zamanı çürüterek öldürmektir sevgiyi 
unutmak, bayramlığı giydirilen çocuğun 
aldatılan göğsünde vurmaktır sevgiliyi 
unutmak, bir ülkenin tozlu kaldırımlarında 
taşlara boğdurmaktır yağız atlı yiğidi 
unutmak, susturmaktır yolların ayrımında 
şairlere can veren muhteşem bir ağıdı 
unutmak, koparmaktır çiçekleri dalından 
sisli bir yalnızlığın ekseninde bulursun 
unutmak, ayırmaktır arıları balından 
unutulursa şair, sen de unutulursun



Nurullah Genç

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Sevgiye Giden Yol 'Samimiyet'

Bir insanın sevildiğini bilmesi ve bunu hissetmesi çok güzel bir duygu. İşte insanı hayata bağlayan ve belki de ayakta tutan en önemli nedenlerden biri de bu sanırım.
Gerçek bir sevgi ve ilgi görmek kimi zaman kişiyi hiç bilmediği güzel sonuçlara hiç tatmadığı muhteşem duygulara eriştirebiliyor. Aslında bu gerçek sevgi ve ilginin altında yatan en önemli sebep samimi bir insan olabilmekten geçiyor. Çünkü samimiyet, kişinin kendi için istediğini bir başkası için de istemesinin anahtarıdır. Bu anahtar insanın hiç açılmamış kapıları açmasına vesile oluyor. Yani daha önce hiç göremediğimiz ama aslında burnumuzun dibinde olan şeyleri görmemizi sağlıyor. Samimi davranışlarımız  aslında kişiliğimizin bir göstergesidir. Bizi biz yapan bir değerdir. İnsan kendisi olursa, samimi olur ve samimi olursa sevilir. Sevgiye muhtaç dediğimiz insanların aslında samimiyete muhtaç olduğunu farkına varmamız gerekir.

Bir insanın sevgisizlikten yakınmasının sebebi de samimi bir dost ve arkadaş bulamamasındandır. Sevginin yokluğu değildir insanları yalnızlığa iten samimi insanların yokluğudur. Kişi kendi duygularını ve düşüncelerini birine aktarırken veya anlatırken karşıdakinin de olaya kendi gibi bakmasını, anlamasını, hissetmesini ister. Eğer duygularını aktarırken karşıdaki seni senin gibi anlamıyorsa ya da senin hissettiklerini senin gibi hissetmiyorsa o insanın samimi olduğunu söylemezsin. Çünkü senin dertlerinle dertlenen senin mutluluğunu kendi mutluluğu gibi paylaşan insan samimi bir insandır. Eğer karşınızdaki insan böyle hissetmiyorsa zaten onun samimi olmadığını hemen anlarsınız. Nasıl mı dersiniz? Bunu cümlelere dökecek bir şey bulamadım ama emin olun kalbinizi size en net cevabı verecektir.

İşte sevgiden geçen ve sevgiye yol açan samimi hislerin kişinin sevilmesine vesile olması böyledir. Bir insanın sevilmesi ve ilgi görmesi samimiyetten geçer tamam da eeee diğer kriterler ne olacak diye soracak olursanız. Yani doğruluk, inançlar, güven hissi, vb. durumları kast ediyorsanız. Bunlar zaten samimi bir insanın özelliğinde olan şeylerdir. Başta dedim ya sevildiğini bilmek güzel bir duygu. İşte öyle zannediyorum ki samimi olmamız ve dostlarımıza, arkadaşlarımıza, ailemize, eşimize karşı kendimiz gibi olmamız yani aslında onlar gibi olmamız bu sevgiyi güçlendiriyor ve kalpleri birbirine bağlıyor. Mecazen böyle olduğu gibi bizi yaratana karşı samimi olan duygularımızda ve ibadetimizde bizi rabbimizin makamında değerli kılıyor. Rabbim bizi samimi olan kullarından eylesin... Amin...






Read more at http://filozofundefteri.blogspot.com/2014/07/sevgiye-giden-yol-samimiyet.html#bddEPu1tkaRZF45C.99






15 Temmuz 2014 Salı

Günler - Cemil Meriç

Günler nehir gibi akmıyor. Nehrin serinliği var, sularında yıkanabilirsiniz, gümüş pullu balıklar yaşar koynunda nehrin... Hayata zincirliyiz kollarımızdan, zaaflarımızdan çiviliyiz.

Ve günler, çehrelerinde kamçıdan sert bir istihza. Ve günler, bakışlarında hançer... birer birer geçiyor önümüzden. Kimi suratımıza tükürüyor durup, kimi tokatlıyor bizi. Kim çözecek ellerimizi Tanrım? Kim çözecek?... Günler kükreyerek geçen canavarlara benziyor, uluyarak geçen canavarlara... Gök karanlık, kulaklarımızda acı bir nâra...

Nehre benzemez günler Heraklit! Yanan alnımızı serinletir kardeş suları nehrin. Nehir bir gözyaşıdır, bize ağlayan. Nehir bir busedir. Nehrin sularında gök var, altın yıldızlarıyla gök.

Neden azgın rüzgârların önüne kattığı kumlara benzetmedin günlerin geçişini, neden dökülen yapraklara benzetmedin, eriyen kara benzetmedin Koca Hafız! Günler belki de önünüzden şuh birer kadın gibi göz süzerek geçiyordu. Bir an serin bir rüzgâr gibi dostça dolaşıyordu yanan alnınızda parmakları. Günler birer arı, siz kovandınız. Belki zaman zaman yandınız alevden dudaklarıyla, ama aydınlandınız, aydınlattınız... Günler belki dilber zaman zaman, belki o canavarlar kafilesinden sonra bir Meryem, bir Mesalina. Ama zincirli ellerin, koparsan da zincirlerini, günlerin saçını okşayamazsın, kadın sandığın canavarlaşır birden, Meryem ifritleşir, Mesalina ısırır parmaklarını zavallı dostum! Çok çok, yırtılan entarilerinden birer parça kalır avuçlarında...



Korkuyorum günlerden, korkuyorum. Uçsuz bucaksız bir uçurum günler, anlamıyorum söylediklerini. Dört nala giden azgın bir atın yelelerini sarılmışız bir elimizle, yarların arasından geçiyoruz... ve tarlalarda başaklar, şiirin başakları; mânânın başakları... Yoluyoruz yolabildiğimiz kadar. Yazık ki dikenle başak yan yana ve avuçlarımızda, bir avuç diken, bir avuç ısırgan!

Günler birer kelebek belki. Ama ellerine konmuyorlar ki bilesin ve bir ânda tozlaşan o çiçekleri hatıraların defterine gözyaşlarınla iğneleyesin! Günler birer kuş belki de. Neden saçlarına konmuyorlar? Kanatları birer el gibi dokunsa alnına ne olur?

Günler senden birer parça götüren haramiler, kırk haramiler, kırk bin haramiler. Günler sam yeli, sen çöl, sen kumdan bir tepecik. Günler yaramaz birer çocuk, sen çerden çöpten kurdukları bir evcik... Günler geçiyorlar, geçtiler... Her biri bir parçanı kopardı, koparacak... Onlardan sana ne kaldı? Hiç. Senden onlara şarkıların kalacak. Ne şarkıları?

Günler bir akbaba, çelikten gagası bu akbabanın ciğerlerine kadar saplanmıyor ki avaz avaz bağırasın, ışık olsun çığlığın, fırtına olsun, baykuş olsun, kurt olsun... Çelikten gagası akbabanın alnında dolaşıyor biteviye. Muhteşem değil ıstırabın, parlak değil... Günler bir akbaba ama gagaları çelikten değil ve sen Kaflara değil, karanlıklara zincirlisin. Karanlık demek adem demek, adem yani mutlak, yani Tanrı, yani sükut. Adem şarkı söyler mi ahmak!

Günleri saçlarından yakalayacaksın, canavar, bir genç kız oluverecek. Gözlerinin içine bakacaksın günlerin. Birer ağaç gibi meyve verecek günler. Günler kısır değil, kısır olan sensin. Günler erkeğin karşısında diz çöker... İhtiyar Homer'in yaralı ayaklarını lepiska saçları ile okşayan onlar değil mi? Hâlâ donuk göz bebekleri ihtiyar Homer'in, onlar için kutsal birer ateş...

Seni denemek istiyor günler, dostum. Onlar birer masal sfenksi, büyülerini çözdün mü perileşirler, akbaba güvercinleşir, yardan yara atlayan kızgın küheylan, seni Himalaya'ya, Olemp'e kanatlandırır. Senin Himalaya'da işin ne? İstemiyorsun, günleri kelimeleştirmek istemiyorsun. Mezarlaşan saatleri hayata kavuşturmak, ölüleri diriltmek belki elinde, ne biliyorsun. Belki kader bütün oklarını bunun için saplıyor kalbine. İstiyor ki, oradan akan kan günlere dokunarak ebedileştirsin onları... Kan ve gözyaşı: simyagerlerin aradığı felsefe taşı.

23.1.1963