Sekiz saattir şimendiferdeyim.
Tren boş ve neşesiz.
İçim sıkılıyor.
Yolun iki tarafında memleketler,
kıt’alar akıp gidiyor, fakat göz için yeni hiçbir şey yok. Beş dakikada bir
pencere değiştiriyorum: Aynı ağaçlar, aynı yollar, aynı dereler, uzun bir baş
ağrısı gibi yolun iki tarafında tekrarlanıp duruyor.
Rabbim! Şu manzara dedikleri ne müz’iç
bir şeymiş!
Elimde büyük bir şairin harikulâde
kitabı var. Trenin anlatılmaz can sıkıntısını gidermek için kitabın büyülü
nesrini mi okumalı, yoksa şu pencerelerin dışında binbir renkle kaynaşan fakat
bir türlü değişmesini bilmeyen hayatın dümdüz şeridini mi seyretmekte devam
etmeli?
İşte halledilecek küçük bir mesele:
Gerçi hayat, kitaba sığmayacak kadar
geniştir; fakat tekerrrürlerle doludur. Kitap, tabiatta en büyük olan şeyin
yani insanın en güzel balını taşımak itibariyle tabiatın genişliğini haiz olmaya
muhtaç olmaksızın ona üstündür. Tabiatta insanın en büyük şey olduğuna şüphe
etmemeli. Zira en karanlık bir Afrika’nın en kuzgunî bir vahşisi bile, en âkil
bir fil, en müdebbir[1] bir karınca ve en kâmil bir baubap ağacına zekâca bir
milyon kere faiktir.
İnsan zekâsı, tabiatın içinde değil;
tabiatın yanında, ayrı bir kuvvettir. Tabiatı beğenmediği için değil midir ki
insan zekâsı; şiiri, mimariyi, musikiyi, raksı ve onların yanında, büyük küçük
şu bir sürü hayat san’atlarını yaratmıştır? Hayatımıza tat veren derin
zevklerin hakiki yaratıcısı olan insan zekâsının halis bir mahsulü olduğu için
kitap, tabiattan büsbütün ayrı, ondan daha lezzetli ve ondan daha
dinlendiricidir.
Kitabımı okuyorum.
Ahmet HAŞİM
Frankfurt Seyahatnamesi (Gezi
notları,1933)
0 yorum:
Yorum Gönder
Ad :
Email :