19 Temmuz 2014 Cumartesi

Sevgiye Giden Yol 'Samimiyet'

Bir insanın sevildiğini bilmesi ve bunu hissetmesi çok güzel bir duygu. İşte insanı hayata bağlayan ve belki de ayakta tutan en önemli nedenlerden biri de bu sanırım.
Gerçek bir sevgi ve ilgi görmek kimi zaman kişiyi hiç bilmediği güzel sonuçlara hiç tatmadığı muhteşem duygulara eriştirebiliyor. Aslında bu gerçek sevgi ve ilginin altında yatan en önemli sebep samimi bir insan olabilmekten geçiyor. Çünkü samimiyet, kişinin kendi için istediğini bir başkası için de istemesinin anahtarıdır. Bu anahtar insanın hiç açılmamış kapıları açmasına vesile oluyor. Yani daha önce hiç göremediğimiz ama aslında burnumuzun dibinde olan şeyleri görmemizi sağlıyor. Samimi davranışlarımız  aslında kişiliğimizin bir göstergesidir. Bizi biz yapan bir değerdir. İnsan kendisi olursa, samimi olur ve samimi olursa sevilir. Sevgiye muhtaç dediğimiz insanların aslında samimiyete muhtaç olduğunu farkına varmamız gerekir.

Bir insanın sevgisizlikten yakınmasının sebebi de samimi bir dost ve arkadaş bulamamasındandır. Sevginin yokluğu değildir insanları yalnızlığa iten samimi insanların yokluğudur. Kişi kendi duygularını ve düşüncelerini birine aktarırken veya anlatırken karşıdakinin de olaya kendi gibi bakmasını, anlamasını, hissetmesini ister. Eğer duygularını aktarırken karşıdaki seni senin gibi anlamıyorsa ya da senin hissettiklerini senin gibi hissetmiyorsa o insanın samimi olduğunu söylemezsin. Çünkü senin dertlerinle dertlenen senin mutluluğunu kendi mutluluğu gibi paylaşan insan samimi bir insandır. Eğer karşınızdaki insan böyle hissetmiyorsa zaten onun samimi olmadığını hemen anlarsınız. Nasıl mı dersiniz? Bunu cümlelere dökecek bir şey bulamadım ama emin olun kalbinizi size en net cevabı verecektir.

İşte sevgiden geçen ve sevgiye yol açan samimi hislerin kişinin sevilmesine vesile olması böyledir. Bir insanın sevilmesi ve ilgi görmesi samimiyetten geçer tamam da eeee diğer kriterler ne olacak diye soracak olursanız. Yani doğruluk, inançlar, güven hissi, vb. durumları kast ediyorsanız. Bunlar zaten samimi bir insanın özelliğinde olan şeylerdir. Başta dedim ya sevildiğini bilmek güzel bir duygu. İşte öyle zannediyorum ki samimi olmamız ve dostlarımıza, arkadaşlarımıza, ailemize, eşimize karşı kendimiz gibi olmamız yani aslında onlar gibi olmamız bu sevgiyi güçlendiriyor ve kalpleri birbirine bağlıyor. Mecazen böyle olduğu gibi bizi yaratana karşı samimi olan duygularımızda ve ibadetimizde bizi rabbimizin makamında değerli kılıyor. Rabbim bizi samimi olan kullarından eylesin... Amin...






Read more at http://filozofundefteri.blogspot.com/2014/07/sevgiye-giden-yol-samimiyet.html#bddEPu1tkaRZF45C.99






15 Temmuz 2014 Salı

Günler - Cemil Meriç

Günler nehir gibi akmıyor. Nehrin serinliği var, sularında yıkanabilirsiniz, gümüş pullu balıklar yaşar koynunda nehrin... Hayata zincirliyiz kollarımızdan, zaaflarımızdan çiviliyiz.

Ve günler, çehrelerinde kamçıdan sert bir istihza. Ve günler, bakışlarında hançer... birer birer geçiyor önümüzden. Kimi suratımıza tükürüyor durup, kimi tokatlıyor bizi. Kim çözecek ellerimizi Tanrım? Kim çözecek?... Günler kükreyerek geçen canavarlara benziyor, uluyarak geçen canavarlara... Gök karanlık, kulaklarımızda acı bir nâra...

Nehre benzemez günler Heraklit! Yanan alnımızı serinletir kardeş suları nehrin. Nehir bir gözyaşıdır, bize ağlayan. Nehir bir busedir. Nehrin sularında gök var, altın yıldızlarıyla gök.

Neden azgın rüzgârların önüne kattığı kumlara benzetmedin günlerin geçişini, neden dökülen yapraklara benzetmedin, eriyen kara benzetmedin Koca Hafız! Günler belki de önünüzden şuh birer kadın gibi göz süzerek geçiyordu. Bir an serin bir rüzgâr gibi dostça dolaşıyordu yanan alnınızda parmakları. Günler birer arı, siz kovandınız. Belki zaman zaman yandınız alevden dudaklarıyla, ama aydınlandınız, aydınlattınız... Günler belki dilber zaman zaman, belki o canavarlar kafilesinden sonra bir Meryem, bir Mesalina. Ama zincirli ellerin, koparsan da zincirlerini, günlerin saçını okşayamazsın, kadın sandığın canavarlaşır birden, Meryem ifritleşir, Mesalina ısırır parmaklarını zavallı dostum! Çok çok, yırtılan entarilerinden birer parça kalır avuçlarında...



Korkuyorum günlerden, korkuyorum. Uçsuz bucaksız bir uçurum günler, anlamıyorum söylediklerini. Dört nala giden azgın bir atın yelelerini sarılmışız bir elimizle, yarların arasından geçiyoruz... ve tarlalarda başaklar, şiirin başakları; mânânın başakları... Yoluyoruz yolabildiğimiz kadar. Yazık ki dikenle başak yan yana ve avuçlarımızda, bir avuç diken, bir avuç ısırgan!

Günler birer kelebek belki. Ama ellerine konmuyorlar ki bilesin ve bir ânda tozlaşan o çiçekleri hatıraların defterine gözyaşlarınla iğneleyesin! Günler birer kuş belki de. Neden saçlarına konmuyorlar? Kanatları birer el gibi dokunsa alnına ne olur?

Günler senden birer parça götüren haramiler, kırk haramiler, kırk bin haramiler. Günler sam yeli, sen çöl, sen kumdan bir tepecik. Günler yaramaz birer çocuk, sen çerden çöpten kurdukları bir evcik... Günler geçiyorlar, geçtiler... Her biri bir parçanı kopardı, koparacak... Onlardan sana ne kaldı? Hiç. Senden onlara şarkıların kalacak. Ne şarkıları?

Günler bir akbaba, çelikten gagası bu akbabanın ciğerlerine kadar saplanmıyor ki avaz avaz bağırasın, ışık olsun çığlığın, fırtına olsun, baykuş olsun, kurt olsun... Çelikten gagası akbabanın alnında dolaşıyor biteviye. Muhteşem değil ıstırabın, parlak değil... Günler bir akbaba ama gagaları çelikten değil ve sen Kaflara değil, karanlıklara zincirlisin. Karanlık demek adem demek, adem yani mutlak, yani Tanrı, yani sükut. Adem şarkı söyler mi ahmak!

Günleri saçlarından yakalayacaksın, canavar, bir genç kız oluverecek. Gözlerinin içine bakacaksın günlerin. Birer ağaç gibi meyve verecek günler. Günler kısır değil, kısır olan sensin. Günler erkeğin karşısında diz çöker... İhtiyar Homer'in yaralı ayaklarını lepiska saçları ile okşayan onlar değil mi? Hâlâ donuk göz bebekleri ihtiyar Homer'in, onlar için kutsal birer ateş...

Seni denemek istiyor günler, dostum. Onlar birer masal sfenksi, büyülerini çözdün mü perileşirler, akbaba güvercinleşir, yardan yara atlayan kızgın küheylan, seni Himalaya'ya, Olemp'e kanatlandırır. Senin Himalaya'da işin ne? İstemiyorsun, günleri kelimeleştirmek istemiyorsun. Mezarlaşan saatleri hayata kavuşturmak, ölüleri diriltmek belki elinde, ne biliyorsun. Belki kader bütün oklarını bunun için saplıyor kalbine. İstiyor ki, oradan akan kan günlere dokunarak ebedileştirsin onları... Kan ve gözyaşı: simyagerlerin aradığı felsefe taşı.

23.1.1963

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri

"Büyükbabam gözümün önünde öldü. Yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı renkte kupkuru bir ayak... Buruşuk bir yorgan... Arkasına yastıklar doldurulan hasta, yatağa yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak, göz alabildiğine uzak bir âleme dalmış...
Tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü...
Ne o? Gayet ufak bir hâdise!... Bir baş göğüse düştü... Bu adam öldü mü? Bu adam yok mu artık?
Nasıl olur? Ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
Mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. Halbuki çıldırmayız. O halde inanır mıyız? İnanmayız da... Hattâ öyle anlarımız olur ki, "bak bak, deriz; şimdi, şimdi kapı açılacak ve büyükbabam içeriye girecek sanıyorum!" İnanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz? Razı da olmayız. Herşeye rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir. Ah, alışmak!... Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum...



• • •
Bu şeylerin üstünden yıllar geçtikten sonra o kadar korktuğum bu evde, yapayalnız, bir gece geçirdim. Yapayalnız bir gece, o kadar korktuğum bu evde... Eski uğultulu âlem sanki bacalardan ve pencerelerden süzülüp gitmişti. Ölenlerle kalanların birbirinden farkı yoktu. Mademki biri yaşadığı halde yok olabiliyordu, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilirdi.
O gece hayâlimde sağlarla ölülerin birindeki varlık, ötekindeki yokluk esasları öyle bir birleşmişti ki, ateşi kırk dereceyi geçen bir hastanın vehim dediğimiz ölçüsüz hassasiyetiyle, ölüleri dirilerden daha mükemmel ve tam bir fiilin şartları içinde yaşıyor farzettim.
Odamın kapısını, küçüklüğümden kalma tabiî bir sevkle sımsıkı kapamış ve eski bir konsol üzerinde duran altı mumlu iki şamdanın bütün mumlarını yakmıştım. Odanın bir köşesinde bir koltuğa gömülmüş, düşünüyordum. Derin bir suda yüzerken bir anda altında kaç kulaç su bulunduğunu düşünüp bütün kuvvet ve cesaretini kaybeden bir yüzücü gibi, o anda benden başka içinde kimse bulunmayan yirmi odalı evi düşünüyor ve korkup korkmadığımı kendime soramıyordum. Ta karşımdaki duvarda, kızkardeşimin ufak bir fotoğrafıyla, büyük babamın adam boyu, yağlı boya bir resmi vardı. İki ölünün resimleri...
Gözlerim resimlerden mâziye aktı. Kızkardeşim elinde hafifçe ısırılmış bir elmayla yanıma geldi ve bir ayağını arkaya, bir elini omuzuma atarak yalvarmaya başladı: - Kuzum ağabeyciğim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı ver de, sana bu elmayı vereyim. Biraz ısırdım amma ziyânı yok..
• • •

Büyükbabamın ölüsünü hamama koymuşlardı. İşte halamın oğluyla beraber ölüyü görmek için bahçeye çıktık ve hamamın yüksek penceresine bir merdiven dayayarak içeriye göz attık. Çocuk merakı... Büyükbabam, teneşirde upuzun yatıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar baktığım ölüden bana çarpan şey, yalnız sakalları; sapsarı derisinin üstünde tane tane yapıştırılmış gibi duran seyrek ve beyaz sakalı oldu. Ölü bir tenden fışkıran, kurumuş otlar gibi ölü ve kıvırcık teller... Yıllar önce ölmüş bir insanın toprak altında çürümüş eczasını birleştiren muhayyilem, onu diriltti de... Birden sezdim ki, oturduğum oda büyükbabamın sağlığında hiç çıkmadığı, işte tam şu karşıki kanepede Fuzulî Divanını okuduğu oda... Büyükbabam köşesinde, Fuzulî Divanını okuyor... Aman Allahım, o sakal, o sakal... Seyrek, beyaz, kıvırcık... Gözlerinde gözlüğü... Kitabın, kenarları yenmiş siyah kabında tırnaklarının çizgisine kadar tanıdığım uzun, ince, fildişi gibi solgun parmakları duruyor. Elbisesi, ayakkabıları, o, o, Büyükbabam... Bir anda tam ve katı bir hakikât elbisesine bürünmüş zehirli bir duygu, tıpkı çukuruna giren bir bilye gibi beynime oturdu ve kulağıma şöyle fısıldadı: 


- Kim demiş sanki, ölüler yaşamıyor? Şu anda sen Büyükbabanı ta karşında görmüyor musun? Yaşasaydı nasıl görecektin? Yine böyle, değil mi? O zaman belki biraz daha açık, daha tabiî, varlığına daha inanmış olarak görecektin! Mâdemki şimdi onu müphem de, bulanık da olsa yine görebiliyorsun, bu görüşün biraz daha tekâmül ettiğini farzet! Biraz daha tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu var mıdır? Boyuna tekâmül... Ne oldu? Büyükbaban bütün varlığıyla karşında, değil mi? Karşındaki vücuda inanıyorsun! Şimdi kalk ayağa, yürü Büyükbabana doğru! Yaklaş, uzat parmağını! Gözlerin öyle ayân görüyor ki, parmağını uzattığın zaman bir cisme değeceğinden eminsin! Dur şimdi, sakın bu emniyet hissini kaybetme; bu hissin üzerinde dur! Tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu yoktur. İşte elin bir maddeye değdi. Büyükbabanın ellerini tuttun! Sesini duymaya gelince, onun sesi çoktan beri kulağında... Dinle, sana ismini söylüyor! Kulak ver, buldun mu o sesin âhengini? Hiç kaçırma! Bu duygunun üzerinde ısrar et! Tekâmül... Ve işte konuşmağa başladın. Onunla konuşuyorsun! Görüyor, dokunuyor ve işitiyorsun! Demek ki, Büyükbaban yaşıyor. Bu kadar açık gördüğün, ellerini avucunda tuttuğun ve sesini beyninde dinlediğin bir vücut var değilse, o halde hiçbir şey var değil.. Bana var olan bir şey göster! Meselâ şu masa... Ben diyorum ki, masa yoktur! Gözünle görüyorsun, değil mi? Gözünle gördüğün şeyin o olduğunu ne biliyorsun? Çünkü elinle de dokunuyor, vurduğun zaman sesini kulağınla da duyuyorsun! Beş duygunla birden onun varlığını kaydediyorsun. Halbuki tutmak ayrı, görmek ayrı... Tuttuğun şeyi nasıl görebilirsin? Duymak ayrı, tutmak ayrı... Duyduğun şeyi nasıl tutabilirsin?
Bütün bu anlayış vâsıtaları, birbirini kontrol etmek hakkına mâlik değil... Hepsi kendi cinslerinden bir vâsıtayla ayrı ayrı kontrole muhtaç... Beş duygumuzun müşterek ve tek bir duygu halinde, bir varlığın künhüne yalnızca varabilen bir altıncısı nerede?
Farzet ki, gözün kör, kulağın sağır, uzviyetin de, donmuş bir parmak gibi dokunduğu yerin temasını hissetmeyecek kadar uyuşuk... Şimdi senin için dünya boşluk gibi bir şeydir. Fezanın ta kendisidir. Yere basmıyorsun, çünkü ayakların duymuyor. Gözün görmüyor ve kulağın işitmiyor. Havada yürür gibi yürü! Önüne bir duvar geldi. Çarp!... Ne malûm çarptığın? Çarptığını duymayacaksın ki, duvar yoluna engel olabilsin. Sen kendini yürür farzettikten sonra yürümediğini sana kim ispat edecek? Yere düştün! Ne malûm? Sen kendini, yerde yattığın halde bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra... Hissediyor musun? Bak, bir kaç duygunun iptaliyle kâinat ne hale giriyor? Fizik varlıklar nasıl hacimsiz bir satha ve sonra satıhsız bir fezaya doğru gidiyor? Hani bunların hepsi vardı? Birkaç hissimiz iptâl edilir edilmez nereye gittiler? O hâlde yok, değil mi, hiçbir şey yok... İster öyle diyelim, ister herşey var diyelim. Herhalde herşey var diyelim. Gözümüzün görmeyeceği ve kulağımızın duymayacağı şekilsiz vücutlar ve vücutsuz şekiller var... Bilhassa ölüler ve mâzi var... Hassasiyetimiz bir kere tabiînin üstüne çıkınca bizim için yepyeni bir âlem başlayacaktır. Girelim o âleme! Orada kaçırılmış bütün ânlarımızı, mazimizi ve ölülerimizi bulacağız. Sağır bir odaya kapandığımız zaman dışarıda uğuldayan şehirden ne kadar eminsek, ölülerimize de o kadar inanalım! İçinden bir kere geçip, bir daha görmediğimiz bir sokakla, bir ölünün farkı ne? O sokağı görmediğimiz ve bir daha görmeyeceğimiz halde yerinde sanıyoruz da, ölülerimizi, belki göreceğimiz halde yok biliyoruz. Bir inanış farkı...
Ölüler yaşıyor, ânlar yaşıyor; bütün hisler, fikirler, heyecanlar fezada, aklın gidemeyeceği kadar uzak ve başka bir iklimde ve muallâkta, dumandan buz haline geçmiş billûr ve sivri kayalıklar şeklinde yaşıyor, herşey yaşıyor..."


Necip Fazıl Kısakürek

Acıları Unutmak

Bir doğruya temas edemediğimiz de veya bir doğru bulamadığımız da ya da doğru bir insana rastlamadığımız da neden herkesin böyle olacağını düşünürüz. Bir kaç kişiye bakarak geneli yargılamamız ne kadar doğru geliyor kulaklarınıza. Bir kaç hata ve bir kaç yanlıştan sonra kendi kendimize kurguladığımız bu zihinsel düşünceyi nereye kadar sürdürmeyi düşünüyoruz. 
Doğru bir insana rastladığımızda nasıl ki herkesin doğru olduğunu  söyleyemiyorsak, yanlış bir insana rastladığımızda da herkesin yanlış olacağını söyleyemeyiz. İnsanları anlamaya çalışmak yerine önce ön yargılarımızı öne sürmemizin sebebini anlayabiliyor musunuz? Yaşadığımız ve geçmişte kalan hatıraları sanki yeni yaşanmış gibi hissetmemizin sebepleri neler?


Zihnimizde oluşan acı hatıralar ister istemez bir karar verirken bir paket gibi karşımıza çıkıyor ve dur sakın bir yanlış daha yapıp kendini üzme diye bizi uyarıyor. Oysa bu uyarı sadece zihnimizde oluşan ve kurguladığımız o acı hatıraların sürekli tekrar edeceği hissine varmamızdan kaynaklanıyor. Aslında bir daha aynı üzücü olayı yaşamamak için kaçtığımız yolların bize ne kadar zarar verdiğinin farkında değiliz.  Aslında bu olayların zihnimizde saklı kalması bizi bu davranışlara itiyor. 
Yaşadığımız en basit hatıralar ise aşk acıları ve aşk kalıntılarıdır. Zihnimizde yer edinen ve uzun bir zaman geçmesine rağmen unutamadığımız aşk acıları ister istemez bizi o konu hakkında olumsuz düşüncelere sevk ediyor. Aşk acısı yaşamış bir çok insandan şunları duyarsınız. '' bir daha asla kimseye kendimi kaptırmayacağım'', ''aşk, maşk hikaye hepsi yalan'', ya da çok sık duyduğum ve duyduğumuz erkeksiniz işte hepiniz aynısınız'' sözlerinin temelinde yatan şeyin aslında yaşanmış acı aşk hatıraların anımsanması ve tekrar hatırlanmasından kaynaklanıyor.
Peki bu aşk acıları ve hatıralar zihnimizden silinir mi ? bu soruyu cevaplayarak yazımızı burda bitirelim.

*Yaşanılan ve öğrenilen her şey, beynin ana belleklerinde kayıt altına alınır. İlk öğrenilenler en altta en son kayıtlananlar da en üstte olmak üzere hafıza katmanları oluşur. En son hafıza kayıtlarına giren bilgiler en iyi, en eskiler ise en zor hatırlanır. Böylece geçmişte yaşananlar yıllar geçtikte hafıza katmanları arasında kaybolur ve gittikçe silikleşir. Bu fizyolojik durum nedeniyle geçmişte yaşanan acı ve üzücü bellek kayıtları zamanla tazeliğini kaybeder ve eskisi gibi acı vermez olur. Alzheimer ve diğer demanslarda ise tablo tersine işler. Burada yeni kayıtlar unutulurken, eski hatıralar daha netleşir. Bu durum aileleri genelde yanıltır ve hastaların daha geç doktora götürülmesine neden olur. çünkü örneğin 30 sene öncesini herkesten daha iyi ve net hatırlayan kişinin yakın hafıza kaybı üzerinde pek durulmaz ve hatta tam tersi hafızası çok güçlü şeklinde tasvir edilir.

Evet, acı hatıra kayıtlarını, bilgisayarlarda ki gibi, silme tuşuna basarak tamamen silmek mümkün olmasa da acı hatırların etkisini azaltan çeşitli yöntemler vardır. Günümüzde acı ve üzücü hatıraların etkisini yok etmek ya da azaltmak veya bilinç altını temizlemek için hipnoz, EFT, NLP, meditasyon, kuantum olumlama, TMS ve EMDR terapi teknikleri gibi bir çok metod vardır. Bunların içerisinde beynin ön bölgesindeki sosyal hafızayı resetleyen ve daha somut bir tedavi gibi duran TMS seanslarının daha etkili olduğunu söyleyebiliriz.”
*(http://www.reemnp.com/istenmeyen-hatiralari-silmek-mumkun-mu)

Ahmet Culum

2 Temmuz 2014 Çarşamba

İlk Duyuşta Aşk

‘İlk görüşte aşka inanır mısınız?’ diye çok sık karşılaştığımız, ya da birilerinden duyduğumuz bir soru var. Evet ya da hayır diye cevap verenlerimiz vardır içimizde şuan. Ben ilk görüşte aşka inanırım ama ilk bakışta aşk yoktur. Bakmak ve görmek…
Şems-i Tebrizinin ifade ettiği gibi; herkes bakar ama herkes göremez İlk bakışta aşk nedir biliyor musunuz? Kalbin boştur, bir heyecan arıyorsundur, biraz da nefsaniyet meftelidir kalbinin hülyaları, bir bakarsın; ‘’çok hoş çocuk dersin, baktıkça bakasım var dersin ya da güzel kızmış be’’ gibi sözlerle sadece dış görünüşüne dikkat çektiğimizi ifade ederiz ama dikkat edin sadece dış görünüş! Dinimizde ikinci bakıştan hesaba çekileceğiz dostlar. Bunlar perdelerin arkasında kalıyor belki. Şu an zihinlerimizde öyle ama. 


Görmek nedir peki? Mesela bir sene iki sene ya da bir müddet birlikte aynı ortamdasınızdır ya da bir yerlerde karşılaşırsınız ama onun farkında değilsinizdir, dikkatinizi çekmez, kendinizi beğendirmek için çabalara girmezsiniz sonra birden bir rüzgar eser kalbinizde, bir hareketi belki de her gün duyduğunuz bir sözündeki mana, ya da sizin kıymetlilerinize dokunan bir duruş bir anda sizi aşık edebilir. Ya sen nereden çıktın, sen nerelerdeydin, ben neredeyim, ben nasıl fark etmedim … işte benim literatürümde ilk görüşte aşk budur. İlk farkına vardığınız anda ilk gördüğünüz anda onu sizin sevginizi farklı kıldığı, herkesle birlikteyken göremediğinizi gördüğünüz andaki aşktır. Ve bence en kıymetlisi, en dokunulmazı, en narini de budur..


Zeynep Kekillioğlu