26 Ekim 2014 Pazar

Mutsuzluk / Franz Kafka

Dayanılmaz olmaya başlayınca -bir Kasım akşamına doğru- odamdaki halının ince şeridi boyunca, aydınlık caddenin görünümünden ürkerek, sanki bir yarış pistin-deymişim gibi koştum. Sonra odanın içine doğru dönünce, aynanın derinliklerinde yeni bir amaç bularak haykırdım. Bir yanıtla veya gücünü azaltabilecek her hangi bir şeyle karşılaşmayan kendi sesimi duydum yalnızca. Böylece kontrolsüz bir biçimde yükseldi ve duyulmaz hale gelmesine rağmen durmadı. Duvardaki kapı bana doğru süratle açıldı, çünkü sürat gerekliydi ve hatta aşağıdaki kaldırım taşlan üzerinde atlar savaşa girmiş gibi şahlandılar ve boğazları düşmana karşı açıktı.

Bir çocuk, lambaların henüz yanmadığı zift karan-lığındaki bir koridordan çıkıp hayalet gibi ansızın geldi ve belli belirsiz titreyen tahta zeminde parmaklarının ucunda durdu. Odamdaki alacakaranlığın ışığıyla birden sersemleyerek, elleriyle yüzünü hemen kapattı. Ama pencereye attığı bir bakışla beklenmedik biçimde mutlu oldu. Sokak lambalarının yükselen buharı sürgülerin arkasındaki karanlıkta eriyordu. Sağ dirseğiyle kapı ara-lığındaki duvardan destek aldı ve dışardan gelen hava akımın ayak bilekleri, boğazı ve şakaklarının üzerinde oynamasına izin verdi.

Ona kısa bir bakış attım, sonra “İyi günler” dedim ve sabahlığımı sobanın üzerinden aldım, çünkü orada yarı çıplak durmak istemiyordum. Bir müddet için ağzım açık kaldı, böylece heyecanım çıkıp gidebildi. Ağzımın tadı iyi değildi, kaşlarım dalgalanıyordu. Kısacası, bu ziyaret, bekliyor olmamama rağmen, gereksinimim olan tek şeydi.

Çocuk, duvarın yanında aynı noktada duruyordu. Sağ elini sıvaya bastırmıştı ve çok meşguldü. Yanakları pembeydi; beyaza boyalı olan duvarların yüzeyi pürüzlüydü ve tırnak uçlarını aşındırıyordu “Gerçekten beni mi arıyorsun? Bir yanlışlık olamaz mı? Bu binada yanlışlık yapmaktan daha kolay bir şey yok. Benim adım şu ve üçüncü katta yaşıyorum. Aradığın kişi ben miyim?” dedim. “Sus, sus” dedi çocuk omuzlarının üzerinden: sorun yok.” “O zaman içeri gel, kapıyı kapatmak istiyorum.” “Hemen kapatınm. Endişelenme, rahat ol.” “Endişelenmiyorum. Ama bu koridorda oturan birçok insan var ve tabii ki bir çoğunu tanımıyorum; birçoğu işlerinden dönüyorlardır. Eğer odada birisinin konuştuğunu duyarlarsa, kapıyı açıp ne olduğuna bakmaya hakları olduğunu düşüneceklerdir. Bunlar böyle işte. Günlük işlerinde çalıştıktan sonra, geçici olarak özgür kaldıkları akşamlarda kimseden emir almazlar. Ayrıca, bunu, benim kadar sen de çok iyi biliyorsun. Kapıyı kapatmama izin ver.” “Neden? Sana ne oluyor? Tüm ev gelse de umurumda değil. Yine de, söylediğim gibi, kapıyı kapattım bile. Kapıları kapatabilecek tek insanın sen olduğunu mu sanıyorsun? Anahtan bile çevirdim.”
“Tamam o zaman, daha fazlasını isteyemem. Kapıyı kilitlemen de gerekmezdi. Şimdi burada olduğuna göre, rahatla. Misafirimsin. Bana tamamen güvenebilirsin. Evindeymiş gibi hisset ve korkma. Kalman veya gitmen için seni zorlamayacağım. Bunu sana söylemeli miyim? Beni biraz tanıyor musun?” “Hayır. Bunu bana söylemene gerek yok. Dahası, bana söylememeliydin. Ben bir çocuğum; benim için neden bu kadar çok merasim yapıyorsun?” “O kadar da kötü değil. Bir çocuk tabii ki. Ama çok küçük değil. Oldukça büyüksün. Eğer genç bir hanımefendi olsaydın, kendini bu odaya benimle birlikte kilitlemeye cesaret edemezdin.” “Bunun için endişelenmemize gerek yok. Şunu söylemek istiyorum: seni tanımış olmam benim için bir korunma sağlamaz, yalnızca seni, önümde rol yapmaktan kurtarır. Ve bana kompliman yapıyorsun. Yapma, yalvarıyorum, yapma. Ayrıca, seni her yerde ve her zaman tanıyamam, hele bu karanlıkta hiç. Işığı yakarsan daha iyi olacak. Hayır, belki de olmayacak. Her neyse beni tehdit ettiğini unutmayacağım.” “Ne seni tehdit mi etmeliyim? Ama, buraya bak. Sonunda buraya gelebildiğin için çok memnunum. ‘Sonunda’ diyorum, çünkü çok geç oldu. Neden bu kadar geç geldiğini anlayamıyorum. Seni görmenin neşesiyle rasgele konuşuyor olabilirim ve sen de cümlelerimi yanlış anlıyor olabilirsin. Böyle bir şey söylediğimi, tehdit ettiğimi onlarca kez kabul edebilirim. Sen nasıl istersen. Yalnızca kavga etmeyelim Allah aşkına. Ama bunu nasıl düşünebilirsin? Beni bu kadar çok nasıl incitebilirsin? Burada olduğun bu kısa anı berbat etmek için neden ısrarlısın? Bir yabancı, sana göre daha çok yardıma hazır olurdu.” “Buna inanabilirim; büyük bir keşif değil. Hiçbir yabancı, benim şu anda doğal olarak bulunduğumdan daha fazla yakınına gelemez. Bunu sen de biliyorsun. O zaman bu acındırma duygusu niye?. Bir komedi başlatmak istiyorsan, hemen giderim.” “Ne! Bunu bana söyleyecek kadar yüzsüz müsün? Biraz fazla cesaret gösteriyorsun. Her şeyden önce, bulunduğun yer benim odam. Tırnaklarınla deli gibi kazıdığın benim duvarlarım. Benim odam, benim duvarlarım! Hem söylediğin, yüzsüz olduğu kadar çok saçma. Kendi yapının benimle böyle konuşmana neden olduğunu söylüyorsun. Öyle mi? Yapın mı seni zorluyor? Yapın çok nazik-miş. Senin yapın bana ait ve ben de yapı olarak sana dostça duygular besliyorsam, sen başka birisi olamazsın.” “Bu dostça mı?” “Daha önceden bahsediyorum.” “Daha sonra nasıl olacağımı biliyor musun?” “Hiçbir şey bilmiyorum.” Ve masaya giderek, üzerindeki mumu yaktım. O zaman odamda ne gaz lambası ne de elektrik vardı. Sonra, bundan yorulana kadar odada oturdum. Paltomu ve şapkamı aldım, mumu söndürdüm. Dışarı çıkarken, sandalyenin ayağına takıldım. Merdivenlerde, katımda oturan kiracılardan birisine rastladım. İki ayağını iki basamak üzerine koyarak, “Yine dışarı mı çıkıyorsun, kerata?” diye sordu. “Ne yapabilirim ki?” dedim, “odamda bir hayalet var.” “Bunu sanki çorbanda kıl bulmuş gibi söylüyorsun.” “Şaka yapıyorsun. Ama sana şunu söyleyeyim, bir hayalet, bir hayalettir.” “Eğer hayaletlere inanmıyorsan bu nasıl gerçek olabilir?” “Benim hayaletlere inandığımı mı sanıyorsun? Ama inançsızlığımın bana bir yaran yok.” “Çok basit. Aniden beliren bir hayaletten korkmana gerek yok.” “Ah, bu yalnızca ufak bir korku. Gerçek korku hayaletin ortaya çıkış nedeninin yarattığı korku. Bu korku gitmiyor. Hala içimdeki gücünü duyumsuyorum.” Sinirli bir biçimde ceplerimi karıştırmaya başladım. “Eğer hayaletin kendisinden korkmuyorsan, oraya nasıl geldiğini kolayca sorabilirsin.” ‘Bir hayaletle konuşmamış olduğun çok açık. Onlardan doğrudan bilgi alamazsın. Bir orada, bir burada olurlar. Bu hayaletler, kendi varlıkları konusunda bizden daha fazla şüphecidirler. Ne kadar kırılgan oldukları göz önüne alınınca, bu hiç de şaşırtıcı değil.” “Onların şişmanlatılabileceğini duymuştum.” “Ne kadar bilgilisin. Oldukça doğru. Ama bunu yapabilecek birisi var mı?” “Neden olmasın? Eğer dişi bir hayaletse, örneğin” diyerek üst basamağa çıktı. “Aha” dedim, “buna bile değmez.”

Başka bir şey düşündüm. Komşum beni göremeyecek kadar uzaklaşmıştı. Beni görebilmek için eğilmek zorundaydı. “Hepsi aynı” diye yukarı doğru bağırdım, “eğer hayaletimi çalarsan, aramızdaki her şey sonsuza kadar biter.” “Yalnızca şaka yapıyordum” dedi ve başını geri çekti. “Tamam” dedim. Artık sakin bir yürüyüşe çıkabilirdim. Ama kendimi çok yalnız hissettiğim için, tekrar yukarı çıkarak yatmayı yeğledim.
Franz Kafka, Mutsuzluk

24 Ekim 2014 Cuma

Modern Öykü Kuramı

Öykü, tek bir yataktan akmayı reddeden ırmak gibidir. Her yazarın elinden yeni bir yol izler ve izlediği yollarla beraber şekillenir, biçim kazanır. Kimi, karşımızdaymış gibi canlıdır; okurken aynı zamanda onu seyrederiz.  Kimi kımıltısız bir göl gibidir ama sözcüklerin gücüyle derinlerdeki çalkantıyı kusursuzca anlatır. Kimi sırlı bir kapıdan başını uzatır ve ardından saklanır; ne her şey açığa çıkmıştır ne de tamamen gizlenmiştir. Necip Tosun’un Modern Öykü Kuramı’nda dediği gibi “Öykü, ille de bir yere varmak değil, yolculukta kaybolmaktır.”

Uzun bir çalışmanın ve araştırmanın ürünü olan eser nihayet elimizde. Öykü yazarının yol göstericisi diyebileceğimiz bu kitapta Necip Tosun, öykünün tarihi serüvenini, zaman içerisindeki değişimini, çeşitlenişini ve bu çeşitliliği ortaya çıkaran unsurları kusursuz bir dille anlatıyor. Öykünün kuramsal temellerine ışık tutması açısından oldukça önemli bir kitap. Onu önemli yapan unsur zengin bir içeriğe sahip olmasının yanında, bu konuda ülkemizde kaleme alınmış eserlerin yok denecek kadar az olmasıdır. Necip Tosun aynı zamanda bir öykü yazarı olarak öyküyü irdeliyor. Tanıdığı bir kavramın izini sürüyor olması, öyküye hem bir yazar hem de okuyucu gözüyle bakmasını sağlıyor.

Kitap, öykü okuyucusu ve yazarı için harita özelliği taşıyor.  O harita üzerinde öykü çeşitlerinin ve onları işleyen, yontan, yükselten öykü yazarlarının yerleri bellidir. Okur, o haritayı eline alır ve aradığını bulur. Poe’nin atmosfer yaratmadaki ustalığını, Gogol’un öyküdeki öncülüğünü, Çehov’un romanlar ülkesinde öyküyü kabul ettirişini, Rilke’nin öyküde nasıl bir yol izlediğini, Tomris Uyar’ın “yeni” arayışını ve daha birçoklarını öğreniyorsunuz.

Necip Tosun öykü okuyucusuna/yazarına öykü birikimini aktararak yol göstermekte, yeni ufuklar açmaktadır. Öykünün zaman içerisindeki akışını, oluşumunu, değişimini; tarihsel sırayı takip ederek ve insanların yaşam tarzındaki değişimlerle bağdaştırarak anlatır. Geleneksel anlatıdan modernizme, modernizmden postmodernizme geçiş sırasında öyküdeki değişimi ve bu değişimi ortaya koyan öncüleri açık bir dille okuyucuya sunar.  Modern anlatı ve geleneksel anlatıyı kıyaslar. Ortaya çıktığı toplumu araştırır ve değişen yaşamla  öyküyü  bağdaştırır. Doğru veya yanlışlığından çok,  tarzın; öyküdeki işlevine, öyküye katkısına bakar. Postmodernizm için söylediği sözler de buna örnektir: “Sonuç olarak post modern tutum, edebiyatta bir imkândır. Yenilikçi arayışın, biçimci tutumun bir yansımasıdır. Karşı çıkarken de, yanında yer alırken de ona böyle bakılmalıdır.”

Öykünün özgünlüğünü, yıllar içindeki arayışını değişimini daha net görebilmek için, öyküyü etkileyen diğer sanat türlerini de araştırdığını anlıyoruz. Öykünün sinema, roman, resim, fotoğraf ve müzikle ilişkisini de ele alıyor. Yazıdaki ritmi müzikle, canlandırmayı sinemayla, zihinde oluşan parça parça kareleri resim veya fotoğrafla ilişkilendiriyor. Öyküyü diğer yazım türleri olan roman ve şiirle  karşılaştırırken birbirlerine yakınlaştıkları ve birbirlerinden uzaklaştıkları durumları ayrıntılarıyla anlatıyor. Ritim için ses , görsellik için fotoğraf ya da resim gerekirken, öykü yazarının bunları sadece sözcükler ile yapabildiğini her konu içerisinde farklı bir yolla anlatıyor. Düşüncelerini, ustalardan yaptığı alıntılarla destekliyor ve böylelikle konuya evrensel bir bakış kazandırıyor.

Necip Tosun’un  insan ve yaşam üzerine de çarpıcı tespitleri vardır. Yoğunluk Ayrıntı ve Yüzleşme başlıklı yazısında modern insanın görsel medya ve sinema tutkusunu “modernizm insanlara özet yaşamı dayatmaktadır” sözleriyle açıklar. Bu özet yaşam içinde öykünün yerini belli eder. Öyküyü mekân olarak da inceler; şehir ve kasaba öykülerini birbirinden ayırır ve kahramanlarını o mekâna has kılar. Buradan çıkan edebiyatın da şehir/kasaba edebiyatı olduğunu söyler. Dil, atmosfer, ironi, tasvir, melankoli, ritim ve gerilimin öykü üzerindeki etkilerini ayrıntılarıyla anlatır. Dilin yazıdaki öneminden bahsederken şöyle der:” Yazınsal metinlerde dil, sadece duyguları, düşünceleri aktaran bir “araç” değildir. Çünkü yazınsal dil bunların yanında yazarın sanat anlayışını, estetik tutumunu da yansıtır. Kuşkusuz bu biçemdir” Öykünün sanat türleri yanında felsefe, tarih ve siyasetle olan ilişkisini ve bu ilişkinin sınırlarını tarihi anlatımlara dayalı olarak nesnel bir bakış açısıyla ortaya koyar.

Necip Tosun, hiçbir anlatım türünü eleştirmez sadece bunlarla ilgilinitelikli bir detay sunar. Çok dikkatli okunduğunda, taraf olduğu öykü profili zihnimizde oluşur. Ama o tercihini kelimelerin arkasına saklar ve böylece okuyucunun objektif bakış açısına zarar vermemeyi amaçlar. Yaptığı alıntılarla konuyu pekiştirir, hiçbir yazarı ve hiçbir öyküyü tartışmaz. Sadece anlatmak istediği konuda onu bir örnek olarak işler.

Kitabın her satırında öykünün sesini yükseltmek isteyen Necip Tosun’un heyecanını, tutkusunu, adanmışlığını duyumsarsınız. Okuduğu öykünün içindedir, bu yüzden onu okuyup geçmez; dil, anlatım, tema, zaman ve mekan bakımından araştırır. Öyküyü, kendisi yazmış gibi içselleştirir ve böylece yazarın o anki ruh haline bürünür. Yazara gördüğü rüyanın fotoğrafını çizer, kısaca  öykücüye öyküsünü anlatır.

Necip Tosun’un yazılarında göze çarpan özelliklerden biri de okuru ve yazarı iyi analiz etmesidir. Tosun, yazarın yazarkenki, okurun da okurkenki iç dünyasını anlatır. Hem yazarı hem de okuru keşfetmeye çalışır. Öykü yazarına, okurun ruhunu yakalayacağı öyküleri nasıl yazacağının ipuçlarını verir. Özellikle öyküye yeni başlamış birinin şimdiye kadar dönüp kendi öyküsüne bakmadığını hatırlatır. Öyküde biçim, anlatım türü ve diğer yönler bakımından nerede durduğu konusunda fikir edinmesini sağlar. Öykü yazarı Modern Öykü Kuramı’nı okuduktan sonra, şimdiye kadar öykü hakkında söylenenleri ve yapılanları daha geniş bir açıdan görür.

Günümüze gelinceye kadar farklı anlatım ve dil teknikleri kullanılarak ortaya çeşitli yapıtlar konulmuştur. Hem dünya edebiyatında hem de Türk edebiyatında öyküye yeni yollar arama ve açma çabaları devam ediyor. Necip Tosun kitabında bir taraftan öykünün tarihsel gelişim/değişimini ele alıyor, diğer taraftan öyküyü baştan sona her bakımdan inceliyor. Kitabın sonundaki kişi adları dizini ve konu dizini okuyucunun işini kolaylaştırmakta ve bir sözlük görevi yapmaktadır.

Türkiye Yazarlar Birliğitarafından “2011yılı Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri”nde  “Modern Öykü Kuramı”, “Edebi Eleştiri” dalında ödüle layık görüldü. İyi yapıtların desteklenmesi oldukça sevindirici… Modern Öykü Kuramı başucu kitabı olabilecek nitelikte. Bu, hem öykü yazarı hem de öykü okuru için büyük bir kazançtır.


EMİNE BATAR, Yedi İklim, Mayıs 2012

12 Ekim 2014 Pazar

Neden Herkes Ben Değil?

Bu yazıyı izlediğim bir videodan sonra yazıyorum. Videoyu da paylaşıcam en sonda ama öncelikle bu konu hakkında birkaç şey söylemem lazım. İnsanların ya da daha doğrusu insanlarımızın ben kelimesini her şartta ortaya koyması o kadar zoruma gidiyor ki. Kişi kendisi gibi düşünmeyeni neden hemen dışlıyor bunu anlamak gerçekten çok zor. Kendi fikir ve görüşlerini başkasının kabul etmesini istiyor ve herkesin kendisi gibi olmasını bekliyor. Kendisi gibi giyinsinler, kendisi gibi konuşsunlar, kendisi gibi düşünsünler istiyor. Bu benlik safsatalarıyla karşıdakini hor görüp, aptalca bir sebepten anlamsız kavgalara mahal veriyorlar.

Özellikle bencilliğin hat safhaya ulaştığı ülkemde ben değilde biz diye düşünen bir toplumu ne zaman göreceğim. Bunu sabırsızlıkla bekliyorum. Ülkemdeki bütün insanları çok seviyorum. Ama birbirine saygılı olmayan, birbirini düşüncelerinden, giyinişlerinden ve inandıkları yüzünden kınayan bencil insanlardan nefret ediyorum demek istemiyorum, çünkü ben onlara sadece acıyorum.
Neden herkes ben değil diyerek yürümeye devam etsinler onlar. Fakat şunu hiç unutmasınlar ki kimse kendileri gibi düşünmek, konuşmak, inanmak zorunda değil...
İzlediğim videoya gelince onu da paylaşayım o zaten anlatıyor her şeyi haydi selametle.....