25 Eylül 2013 Çarşamba

Dandini Dandini Dastana (Gerçek Ninni)

Zaman zaman bilmediğimiz hatta hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir takım kulaktan dolma şiirler, hikayelerin, ninnilerin ve daha bir çok anlamsız bilgilerin esiri oluyoruz. Ayrıca bunları bilmeden ister istemez çocuklarımıza aşıladığımızın farkına bile varmıyoruz. Senelerce çocuklarımızı uyutmak için söylediğimiz ''Dandini Dandini Dastana'' ninnisini gelin genişletilmiş halini okuyalım ve görelim...

Ninni Yavrum bebeğime

Kirler dolar göbeğine
Dandini vurma erkeğime
DANDİNİ DANDİNİ DASTANA


Çıplak uzanmış Dasdana
Kız gelmiş anadan doğma
Yatacakları sırada
DANALAR GİRMİŞ BOSTANA


Dasdana'da bu hırs varken
Bostanda kızla yatarken
Bağırmış babası birden
''KOV BOSTANCI DANAYI''


Dasdana kızmış köpürmüş
Gitmiş Hartug'u öldürmüş
Danayı kovarken gülmüş :
''YEMESİN LAHANAYI''


Tutunamayanlar kitabında anlatıldığına göre bugün çocuklarımıza söylediğimiz bu ninninin kısaltılmış hali aslında müstehcen bir hikayeye dayanıyor.
Hikayeye göre dandini ve dastana kardeşlerdir. Sürekli şehvet peşinde koşan bu kardeşlerin hikayesinden yola çıkılarak yazılan bu ninnilerle aslında bilmeden çocuklarımızın bilinç altına bu şehvetli hisleri yansıttığımızın varkında mıyız acaba ?
Dikkat edelim çocuklarımıza bilip bilmediğimiz ninnileri okumayalım.
HİKAYENİN DEVAMINI MERAK EDENLER ;
Oğuz Atay - Tutunamayanlar Kitabından Sayfa 169'dan 174'e kadar okuyabilirler.



12 Mart 2013 Salı

Bir Mağara Düşün Dostum

Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor.. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar işte... Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün.. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler.

Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını cevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın" diyecek olsa,  sonrada eşyaları bir bir gösterse,"bunlar nedir" diyecek olsa,  şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.

Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.

Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen
dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline. "İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yeraltındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller (idea'lar) alemine yükselen ruh...

Eflatun Çeviri, Cemil Meriç


9 Mart 2013 Cumartesi

Şimdi-Peyami Safa


Mühim işlerimizi tehir etmeyi severiz. Bazılarımızda bu, tembellikten ve ihmalden ziyade, mükemmeliyet aşkıdır. O işi ehemmiyeti nisbetinde muhtaç olduğu geniş zamana, huzura bırakırız. Benim de böyle yıllardan beri gününü bekleyen projelerim var. O gün nasıl gündür? Evvelâ çok uzundur, yirmi dört saat değil, yirmi dört yıl sürecek gibi gelir: sonra alelade günlerin bütün alakalarından uzaktır; o gün hiçbir işim olmayacaktır. Telefon çalmayacaktır, kapı vurulmayacaktır, otomobil kornası ve ayak sesi duyulmayacaktır; o gün hafızamı bir diksiyoner gibi kullanabileceğim, istediğim sayfayı açacağım, dilediğim hatırayı dümdüz, ter temiz ve durdurabileceğim, muayene edebileceğim, geri geri gönderebileceğim, tekrar çağırabileceğim. Bir siyah tahta önünde tebeşire hâkim olan sağ eli ve silgiye hâkim olan sol elin rahatlığı ile fikirlerimi çizeceğim, sileceğim, yeniden yazıp bozacağım ve aradığım mükemmeliyete doğru, gayeme müdahale edebilecek harici ve deruni hiçbir yabancı ilişiğe rastlamadan ilerleyeceğim, işimi yapacağım.
Bu masum iştiyakla en güzel tasavvurlarımın icrasını tehir ettiğim çok olmuştur. Yarını bugünden daima daha müsait farz etmekten doğan bu masumiyetin cezası o işin asla yapılamamasıdır.
Yaşadıkça anlarız ki, o gün gelmez. Her gün muhtevası itibarile değil, mücadelesinin şartı itibarile başka herhangi bir günden farksızdır; kısadır, maddi alakalarla doludur, beş duygumuzdan şuurumuzun ta dibine kadar başımız, düşünmek istediği mevzuun dışında sayısız tesirlerle karşılaşır, dışarıdan ve içeriden hiç ummadığı intibaların ve hatıraların kastine, baskınına ve taarruzuna hedeftir, çünkü hayat bütün bu tesirlerin manzumesidir. Aradığımız huzur ve sükun, ancak bizim olmadığımız yerde, yoklukta vardır.
Yaşadıkça anlarız ki ne yapmak istiyorsak, ne yapabileceksek şimdi başlamalıyız. Ancak şimdiye hâkimiz. Hayat birbirinin peşi sıra geçen şimdilerin yekûnudur. Her kaybolan şimdi bir daha gelmemek üzere geçip gitmiştir ve şimdiyi anlamayan hayatı anlamaz. “şimdilik durmak” değil, “şimdiden başlamak.”
Şimdiye hürmet edelim. Şimdi ne yapıyorsunuz, ne ile meşgulsünüz? Bütün imkânlar buradadır. Muhakkak olan şey yalnız bu şimdiden ibaret. Projelerimizi geciktirmeyelim, şu an bizim midir? Boş muyuz? Şimdi başlayalım. Yarının şimdileri bu anın şimdisi kadar muhakkak değildir.
Kendi kendine: “Bu dünyada yapılacak çok şey var, acele et!” diyen Beethoven gibi bu dünyada az çok bir şey yapmış olabilenlerin hepsi şimdiyi keşfetmiş insanlardır. Anın kıymetini bildiler. Zaman denilen şeyin yalnız şimdiden ibaret olduğunu anlamışa benziyorlar.
Her şey ancak şimdi mümkündür. Biraz sonra şüpheli, daha sonra çok şüpheli. İşlerimizin en mühimini şimdiye en yakın plana alalım. En mühim işimiz olan nefes almayı tehir etmediğimiz ve şimdi yaptığımız gibi. Yemek ve su biraz daha geciktirilebilir, çünkü daha az mühimdir. Biz ise işlerimizi ehemmiyeti nisbetinde geciktirmeyi severiz: Daha iyi, daha mükemmel yapabilmek için, saadetimizi bile geciktirir, ümidi hazza tercih ederiz.
Bütün iktidarsızlıklar, irade hastalıkları, tembellikler, vehimler, tereddütler, savsaklama illetleri, şimdinin kıymetini bilmemekten gelir. Fanilik şuurunun eksikliğidir. Günlerin tükenmeyeceği zannından doğan aldanıştır.
Canı tez, velût, çalışkan ve yaratıcı adam, şimdinin içindeki imkânları kaçırmak istemeyendir. Çünkü bu imkânlar kaçar, çünkü bu imkânlar birbirine benzemez, çünkü bu imkânlar fırsatlardır, çünkü fırsat kaçar ve geri gelmez.
Her şimdinin içinde bir fırsat gizlidir. Boşuna geçen şimdiler kaçırılmış fırsatlardır. Her gece kendi kendimize soralım: “Kim bilir bu gün kaç şimdi kaybettim?”
Kahvelerde her gün sayısız şimdiler kayboluyor.
Bir garp mütefekkiri, insanı boş vakitlerinden tanıyordu. İnsan cidden boş vakitlerinde hüviyetini ve talini bulur. Boş vakitlerimiz baştanbaşa bize ait şimdilerle doludur. Her birinin içindeki imkân hazinesi içinde bahtımızdan parçalar, parçalar vardır.
Fakat bazı canı çok tez adamlar şimdiyi hırpalarlar. Öteki şimdilere bölünmesi lazım gelen bir işi hep bir şimdiye yüklerler. Geciktirmek kadar bu da şimdiye hürmetsizliktir. Tereddütün felce uğrattığı adamla aklına esenin, ilcasının esiri olan adamda farksızdır: biri şimdiyi geciktiriyor, öbürü şimdiyi aceleye sokuyor. Şimdinin anını iyi tayin etmek de şarttır: önünüzden hızla geçen lastik topu yakalamak için kollarınızı bir lahza evvel veya sonra uzattığınız takdirde alacağınız netice bir olduğu gibi.
Her işin kendine göre bir şimdisi vardır. O şimdiyi iyi sezdiğimiz an “şimdi sırası” diyeceğiz, fakat o ideal şimdiyi bulabilmek için ondan evvelki şimdilerin hepsini yoklamalıyız. Her anımızın imkânları ve verimleri üstünde hassas olmak!
Peyami Safa         Yedigün, 1936

7 Mart 2013 Perşembe

Aşk-İskender Pala

"Aşk dıştan bakıldığında bir deliliktir;ama içine girildiğinde akla ihtiyaç göstermez olur. İnsan aklı nötr bir varlık veya bir sıvı gibidir. İçine konulduğu kabın şeklini alır. Aşk ise gönülde hissedilir. Bu bakımdan âşığın aklı, gönlünün emrine verilmiş sayılır. Akıl ile gönül,insanın birbiriyle çatışan değil,belki birbirleriyle bütünleşen iki soyut özelliğidir. Çünkü insanın en mutlu olduğu anlar,aklın gönül içinde eridiği;yani aşka kendini teslim ettiği anlardır. Aklın gönle teslimiyetini aşk olarak tanımladığımıza göre insanın soyut varlığını aşktan ibaret görebiliriz. Zaten insanlığımızı ölçen mihenk taşı,aklımızı değil gönlümüzü baz alır. Nitekim kişioğlunun erdemleri aklından değil gönlünden kaynaklanır. Gönlün biricik gıdası ise aşktır. Aşkı tatmayan yahut inkâr edenin,çevresine veya diğer yaratıklara karşı sevgi,vicdan,merhamet,saygı,hoşgörü vb. erdemlerinden bahsedilemez. Bu uslamlama bize,insanın erişebileceği nihaî noktanın aşk olduğunu gösterir ki,onun da en olgun şekli mecnunluk yani çılgınlıktır. Öyle ya aklı olmayanın ne derdi vardır ki?!.. Çevremize bakalım,delilerden başka mutlu insan görebiliyor muyuz?!.."

-İskender Pala

9 Ocak 2013 Çarşamba

Kelimenin Hayatı-Ahmet Haşim



Kelimenin Hayatı / Ahmet Haşim
Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca müşabih (benzer) değildir. Lisanlar-tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir. Edebi bir metni okurken, daha dün o kadar zinde bir manası olan “melek” kelimesinin, bugün tamamen hayatiyeti tükenmiş, renksiz ve şekilsiz bir laf haline geldiğini hissettim. Bu kelime, şimdi Türkçede soğuk bir raşeden başka bir şey değildir.
Melek nedir?
Edebiyattaki manasına göre, melek; bir kadındır ki, gözleri mavi, saçları sarı ve beyaz entarisinin etekleri uzundur. Hıristiyan sanatında melek lepiska saçları topuklarına kadar uzanan, büyük güvercin kanatlı, mahcup bir genç kız suretinde temsil edilir ve daima elinde sur nev’inden uzun bir musiki aleti olduğu halde, gökte beyaz bulut yığınlarının kenarından tebessüm ettirilir. Bu verem çehreli maverai güzelin enmuzeci kadın kıyafetinin son inkılabına kadar devam edebilmiştir. Fakat kadın saçları, berber makasıyla kesilip, eteklerin yarısı da terki nefs ile uçarak dizleri çıplak bıraktığı günden sonra melek birden, mazinin silik şekilleri arasına düşmüştür. Şeytani bir alevin temasıyla taraf taraf ateş kırmızılığına boyanan muasır kadın çehresi yanında, uzun sarı saçlı ve mavi gözlü “melek” şimdi aptal bir halayık çehresinden daha fazla cazip değil.


6 Ocak 2013 Pazar

Düşüncelerimiz ve Not tutmak


İşin içinden çıkamayacak bir durum yok. Sabır, azim ve gayretle her şeyin üstesinden gelebilirsiniz. Yakıp yıkmak yerine hayallerimizi, tasarlayıp inşa etmesini bilmeliyiz. Yarın çok uzak görünse de bugün şu an ve şu dakika varlığımızı ve yaşadığımızı unutmamalıyız. Eğer bugünün değerini bilmezsek yarının değerini asla anlayamayız eğer şu boş vakitleri değerlendirmezsek bir daha boş vaktimiz olmayabilir. Yaşadığımız her anı her ayrıntıyı not etmeliyiz. Geride kalanlara iyi birer örnek bırakabilmek için, maalesef yurdum insanı not tutmayı bilmiyor. Daha doğrusu eline kalem bile almak istemiyor, televizyonun, internetin, cep telefonunun esiri olmuş durumdayız. Her şeye kah kah kih koh ederek her şeyi dalgaya alarak eğlenmekten başka yaptığımız bir iş yok sanırım. Boş işler peşinden koşmayı çok seviyoruz. Tarihimizi kapalı perdeler arasında öğreniyor aynı zamanda tarihimize zevk düşmanı, sapık zihniyetliler rolünü veriyoruz. Bir padişahın kahramanlıklarını değil haremi anlatıyoruz, Batılıların o muhteşem oyunlarının esiri durumundayız. Onlar bizden korktukları için bu oyunların esiri yapıyorlar ve bizim tarihimizi öğrenmemizden korkuyorlar neden mi?
Durun anlatayım. Eğer tarihimizi öğrenirsek tekrar güç bulup yeniden dirileceğimizden korkuyorlar. Yeniden bilgimizle gücümüzle ilmimizle bu dünyaya hakim olacağımızdan korkuyorlar. Ünlü bir bilim adamı şöyle demiştir; Öğrenmemiz gereken önemli üç tarih vardır. Eski Yunan tarihi, eski Roma tarihi ve eski Türk tarihi. İşte görüyorsunuz değil mi? en önemli üç tarihten biriyiz fakat o kadar yabancıyız ki her şeye o kadar uzağız ki kültürümüze boş bilimlere, boş filmlere kafa yorup yerimizde sayıyoruz. Velhasıl dünden bize kalan ne varsa her şey hakkında bilgi edinmeliyiz. Tarihimizi kapalı perdeler arasında bırakmamalıyız. Yarına iyi şeyler bırakmak için not tutmalı yaşadıklarımızı, öğrendiklerimizi, not tutup tekrarlamalıyız. Kalem erbabı dedelerimizin, mürekkep yalayan torunları olmalıyız. vesselam...
[Ahmet CULUM] 07.01.2012