26 Şubat 2014 Çarşamba

Karar Sizin



Tohumlar saçılır toprağa, bu tohumlardan kimi gül olur açılır hayata, kimi kurur dağılır sağa sola. Dağılan tohumlar mı olmak isterseniz, yoksa açılan ve büyüyen tohumlar mı? Kararınızı verin. Çünkü ikisi de sizin ellerinizde sizin isteğinize bırakılmış durumda. Hayatta isteyip de başaramayacağınız hiçbir şey yoktur. Buna inanın. Bir süre başaramadığınız zaman hemen karamsarlığa kapılıp vazgeçmeyin ve asla kendinizi suçlamayın. En güzelini ve en iyisini isteyin ve arayın, emin olun samimi bir şekilde ararsanız,  muhakkak bir gün bulursunuz.

Ya aradığınızı bulmak için çaba sarf edeceksiniz ya da sizde bu hayatta sıradan bir insan olup, bu hayatın sokaklarında çaresizce kaybolacaksınız. Karar sizin, yeter ki siz kararınızı verin.  Eğer siz doğru bir karar verip tüm sıradanlıkları aşarak kendinizi yenilerseniz, başarıyı yakalayabilirsiniz. Tüm engelleri bir anda aşamasanız da yavaş yavaş birer birer hepsinin üstesinde geleceksiniz emin olun.

Evet, şimdi karar sizin bu hayatın sokaklarında kararmak mı, yoksa bütün o sokakları aydınlatmak mı istersiniz. Bunu siz seçin.

Ahmet Culum

22 Şubat 2014 Cumartesi

Gurbet

Gurbet, insanı yaralayan, içini durmaksızın kanatan gizli bir yaradır. Yaşamayan anlamaz derler ya, işte öyle bir şey… Gurbet, vatanından uzakta canından, malından, ailesinden, sevdiğinden, dostlarından vazgeçen gurbetçinin gözlerindeki yaştır. Memleketten gelen bir haberdeki heyecandır. Hani memleketten bir dost gelir, onu sıkıca kucaklarsınız ya ‘’ Kardeşim, sen bizim oralar kokuyorsun diye solursunuz ya havayı’’ Hani memleketin birinde bir Leyla Mecnun’a, Mecnun Leyla’ya hasrettir.

Vatanından uzakta canlarından geçenler vatanına hasrettir. Görme engelli biri görmeye hasrettir. Aslında insanlık aleminin dünyaya gelişi bir Cennet hasretliği değil midir zaten? Hz. Adem ile Hz. Havva Cennetten kovulup geldiklerinde Cennet’in hasretiyle bir gurbetlikte değiller miydi? Bu yüzden bizim Cennet’e hasret duymamız, oraya girmek için çabalamamız bir gurbetlik değil midir? Gurbette her şey farklıdır.  Acı da farklıdır, ölüm de. ‘’Hastane önünde İncir Ağacı’’ türküsü bunun bir göstergesidir. Ve gurbet, bir bebeğiniz oldu dediklerinde ‘’Toprağım’’ diye bir tebessüm olur ya dudaklarda, hani kilometrelerce öteden bir mendilde bir gül kurusu verirler elinize, işte o an yüreğinizde duyduğunuz sızıdır. Hasret ise gurbetliğin insan ruhunda kalan yarısıdır. ‘’Yüksek Yüksek Tepelere’’ adlı türkümüz ailesine hasretle yaşayan bir kızın gurbetliğinin en acı ve yakıcı yanını anlatır bizlere. Refik Halit Karay gibi birçok yazar ve şairimizin de en vazgeçilmez konusudur gurbet. Gurbetteyken hasret duyulanı hatırlatan, ondan haber getiren her şey kıymetlidir.
Eskici hikayesinde olduğu gibi Hasan, nasıl aynı dili konuştuğu eskici ile karşılaştığında, eskiciden ayrılmak istemedi. Nasıl ki Mecnun Leyla’nın mahallesinden gelen köpeği sevip, okşadı. ’Sen Leyla’mın yanından geldin ‘ diyerek ona değer verdiyse hepimiz için hasret olduğumuz şeyi bize hatırlatan her şey kıymetlidir.
      Serol TEBER adlı bir Psikiyatrist yaptığı ‘’Göçmenliğin Psikolojiye Etkileri’’ adlı araştırmasında ilginç sonuçlar elde etmiştir. Üniversite okumak için köyünden şehir merkezine gelen delikanlı birkaç ay için de hastalanıyor ve yapılan tedavilere cevap veremeyecek kadar durumu ağırlaşınca mecburen köyüne gönderiliyor ve 2 hafta içerisinde o kişi iyileşmeye başlıyor, çünkü artık hasret duyduğu toprağına kavuşmuştur ve acısı dinmiştir. Buradan anlaşılıyor ki gurbette olanın hasret duyduğuna kavuşması bir ilaçtır, dermandır.
     
Ben ise sizden farklı bir gurbetteyim. Sonradan görme yeteneğini kaybeden biri olarak,  görebildiğim anlara, görebildiğim sevdiklerime, görebildiğim ağaçlara hasretteyim.
Görebilmenin gurbetindeyim.

Zeynep Kekillioğlu



19 Şubat 2014 Çarşamba

Baş Parmak -Ahmet Haşim


 İnsanın en asil uzvu hangisidir? diye sorsalar hepimizin vereceği cevap budur: Dimağ! Halbuki, dimağdan daha yüksek ve hattâ insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanlara nazaran üstün bir mevkie çıkaran dimağ değil, sadece elinin baş parmağı imiş. Baş parmağın diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir vaziyette olmasıdır ki insana unsurlar üzerinde üstünlük imkânını veriyor. Bunu söyleyen tabiat tarihi ilmidir. Gerçekten birçok hayvanların parmaklan yoktur, parmakları teşekkül etmiş olanlarda ise baş parmak, insanda olduğu gibi elin diğer parmaklarıyla uyuşamadığından faydalı bir iş görecek vaziyette değildir. İlk insan, zekâsıyla değil, sırf elinin biçimi sayesinde taştan bir balta yapmağa muvaffak olarak ağaç dallarını kesmiş ve mağara dışında, güneş ve gökyüzü altında, ilk mimari eseri yaratabilmiştir. insan medeniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. Dağda, çölde ve ormanda hayvan olarak kalan yaratıkların hepsi baş parmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve neticede bir medeniyet kurmağa muvaffak olamamıştır. Baş parmak, insan medeniyetinin yansım vücuda getirdikten sonradır ki, dimağ, kemik mahfazasında tabiî uykusundan silkinerek konuşmağa baslamış ve belki insan işlerine karışması faydadan ziyade zarar vermiştir. Aklın baş parmağa nazaran esaret veya galibiyetine göre medeniyet ilerlemiş veya gerilemiştir. Bütün taş ve demir sanayii baş parmağın, felsefe ve edebiyat gibi boş hünerler de zekânın eseridir. Ortaçağı akü, bugünkü Amerika'yı ise baş parmak yapmıştır. Bizde de baş parmağın akla ve ukalalığa üstün gelmesini temenni etmek hepimizin kudsî bir vazifesi olmalı. 
 (Ahmet Haşim, hzl. Mehmet Kaplan, Bize Göre, Milli Eğitim Bakanlığı,)

15 Şubat 2014 Cumartesi

Eşinizi Nasıl Seçersiniz?

Aşk dediğimiz mevzu yaşamınızın bir noktasında gündeminize düşmüşse, muhtemelen şu seçeneklerden bir tanesine dahilsinizdir: Ya birinden hoşlanıyorsunuzdur, ya biriyle birliktesinizdir, ya evlisinizdir veya “o defteri kapatmış”sınızdır. Umut ediyorum ki en son seçenekte yer almıyorsunuzdur ve diğer seçeneklerin kendine göre farklı deneyimlerinin tadını çıkaranlardansınızdır. Çünkü aşk, bu dünyada bize verilen en güzel hediyelerden bir tanesidir...

 Çoğumuz, hayatımızın belli bir döneminde başka bir insana alışılmadık, zihnimizi alt üst eden bir ilgi ile bağlanmışızdır. Çoğunlukla “aşk” olarak nitelediğimiz, ama bazen sadece “tutku” hissinin yanlış alarmından kaynaklanan bu durumlar, insan hayatının tuzu biberidir. Özellikle şehirlerde yaşıyor ve hayatınızın akışı sürecinde binlerce insanla şu ya da bu vesile ile karşılaşıyorsanız, “o insanı” sizin için “özel” yapanın ne olduğunu merak etmiş olabilirsiniz. Eğer “hayatınızın anlamı, ruh eşiniz” olan kişiyi bulan o şanslı insanlardansanız bu isabetli seçimi nasıl yaptığınızı yahut henüz seçim yapmayanlardansanız, böyle zorlu bir seçimi yapmak üzere insanoğlunun ne kadar enteresan yeteneklerle donatıldığını biraz konuşalım.
 Günümüzde, özellikle şehirli insanların karşısında (sanal da olsa) çok fazla seçenekli bir ortam var. Artık sadece fiziksel dünyamızdaki karşılaşmalar değil, sanal ortamlardaki tanışıklıklar da yakın ilişkileri başlatan araçlar olarak hayatımıza girebiliyorlar. İnsanlara “hayatınızı birlikte geçireceğiniz insanda nasıl özellikler ararsınız?” şeklinde bir soru yöneltirseniz, cevapların çeşitliliği sizi hayrete düşürebilir. Kimisi, “kültürlü ve entelektüel” bir karakter portresi çizerken, kimisi “esprili” ve “cana yakın” bir insan tarifi verebilir size. Yahut “elleri” veya “dişleri” güzel olsun; “ailesi” şöyle olsun-böyle olmasın; “kendine güvensin”; “gezmeyi sevsin ve hatta (tuhaf bir kıstas ama) “zengin olsun, kendi işi olsun” gibi temennileri de duyabilirsiniz. Seçenekler neredeyse insanlar kadar çok. Kendi kendinize bile sorup ciddi bir iç kontrol süreci deneyimleseniz, “sipariş listenizin” kabarıklığı sizi bile şaşırtabilir. Acaba bu kadar kıstasla uygun bir eş seçebilmek için yeterince “şanslı” ve “donanımlı” mıyız acaba?

Maalesef durum pek öyle değil. Dünyadaki insanların neredeyse tamamı, kendilerine bir eş seçtikten sonra, aslında “eskiden hayal ettikleri” kıstasların birçoğundan taviz vermek zorunda olduklarını fark ederler. Peki durum buysa, neden bu kadar kıstasımız var ve neden bunlardan hemen taviz veriyoruz?

Öncelikle tekil kıstaslarımızın sayısı arttıkça, aradığımız insanı bulabilme konusundaki seçeneklerimizi son
derece daraltıyoruz ve böylece “şansımız” hızla azalıyor. Ayrıca bahsettiğimiz bu (kısmen ölçülebilir) kıstasların sayıca çokluğu, onların tümüne sahip bazı nadir insanlarla karşılaşma şansımız olsa da, tek tek analiz edip de karar veremeyeceğimiz kadar geniş bir “kontrol listesi”ne sahip olmamızı zorunlu kılıyor. Halbuki, bu tip listeleri kontrol edip sınamak için kullandığımız beynimizin ön kısmındaki (frontal) alanlar, maalesef bu kadar yetenekli değiller. Aynı anda 5-6 tane nesnel kıstası ancak değerlendirebiliyorlar; böylece bir çok farklı kıstası aynı anda değerlendirmek çoğu zaman imkansız hale geliyor. Halbuki “bilinçsiz” zihnimiz, aslında hayatımızda önem taşıyan bir çok kararda da olduğu gibi, eş seçimi konusunda da şaşırtıcı derecede yetenekli bir donanıma sahip. Bir kaç örnek, konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir:


● Erkekler, bir espri yaptıklarında kendilerine gülen kadınlara bayılıyorlar. Kadınlar, sanki bunun farkındaymış gibi, hoşlandıkları erkeklerin esprilerine daha bir iştiyakla gülerek karşılık veriyorlar. Zira erkekler için espri bir “zekâ” göstergesi olarak algılanırken, espriyi anlamak da bu zekânın muhatabını bulduğunun bir işareti sayılıyor.
● Daha önce sizlerle paylaştığımız bir başka deney serisinde, kadın denekler sadece erkeklerin giydikleri çamaşırları koklayarak, kendilerine “biyolojik” olarak en uygun erkeği seçebilme konusunda şaşırtıcı bir beceriye sahipler.
● Erkeklerin açık ten, sarı saç, geniş kaça, pürüzsüz cilt gibi kıstasları çekici bulmalarının altında, kendileri bilmeseler bile, bunların “gençlik ve doğurganlık” işareti olması yatıyor.
● Yine erkeklerde yapılan deneyler, farklı kadınlara ait fotoğraflar arasından seçim yapması istendiklerinde, genellikle “göz bebekleri büyük” kadınları seçtiklerini gösteriyor; çünkü göz bebekleri, ya ışık azlığında, ya korkudan yahut da çeşitli nedenlerle (mesela cinsel açıdan) heyecanlanma durumlarında büyüyorlar. Fakat erkeklerin hiç biri bu fizyolojik mekanizmayı bilmedikleri gibi ve kadın fotoğraflarındaki göz bebeği farklarını bilinçli olarak ayırt edemiyorlar.
● Muhtemelen hepimizin zihninde, belirli “çekicilik” kalıpları mevcut; fakat bunlar zannettiğimiz gibi belirli fiziksel özellikler değil, bütüncül algı kalıplarına yahut davranış ve bedeni de kapsayan “örüntülere” dayanıyor. Bu karmaşık örüntüleri seçme konusunda ise, biz farkında olmasak da beynimiz tam bir uzman.
● Beyin aşık olduğunda içeride neler olduğunu kısmen biliyoruz. Buna göre “âşık olmak” aslında “saniyenin beşte biri” kadar bir sürede gerçekleşebilen son derece hızlı bir süreç. Böyle bir süreci de bilinçli kararlarımızla yönetemediğimiz aslında oldukça açık.

 Bunlar gibi daha birçok ilginç gerçek, “eşimizi” seçerken mantığımıza ve analiz gücümüze çok da fazla güvenmememiz gerektiğini bize öğütlüyor. Karşıdaki insanda istediğimiz ve beklediğimiz özelliklerin neler olduğunu muhtemelen bilinçli olarak biz dahi bilmiyoruz. O yüzden bazı şeyleri “akışa” bırakmakta fayda var gibi...

Neden sürmüyor; Aşk neden ölüyor? 

Az önce, günümüz insanının içinde bulunduğu seçenek bolluğundan bahsetmiştim. İşte beynimizin “bilinçli” bölümleri hem bu seçenekler ve kendi kıstasları ile baş edemediğinden, hem de “potansiyel adayların” sayıca bolluğundan dolayı kişileri yeterince incelemeye ve derinlemesine bir değerlendirmeye vakit bulamadığı için aslında elde kalan tek bir seçenek ile karar vermek durumunda kalıyor: Fiziksel çekicilik. Günümüzde, kadın ve erkeğin fiziksel çekicilik standartları ise genetik ve kişisel tatlardan çok medya ve moda dünyası tarafından şekillendirilen, hatta alabildiğine çarpıtılan bir alan. Kendimize biyolojik olarak en çekici gelen adaylardan ziyade, “medyanın çekici saydığı” fiziksel özellikleri beğenmeye şartlanmış durumdayız. Tabii böyle “kökü dışarda” bir kıstas ile verilen kararların sonuçlarından ise uzun vadede mutlu olmayı beklemek oldukça zor. Elbette karşımızdaki tek olumsuz durum bu değil; fakat buradaki konu itibariyle etkisi en büyük olan sorunumuz… 

İnsanın fiziksel görüntüsünün onun sadece minik bir parçası olduğunu ve bizim de “fiziksel çekicilik”ten ziyade daha farklı şeyler beklediğimizi, bilinçli olarak bilemesek bile, sıklıkla kendimize hatırlatmamızda fayda var.

 Sözün özü 
Aşk konularında tavsiye vermek zor. Fakat bu gün bu konuya en azından sinirbilimleri açısından baktığımızda, şairlerin ve edebiyatçıların aşk hakkında söyledikleri o “romantik” betimlemeri biraz daha iyi anlayabiliyoruz. Özet olarak bir sonuç isteyenlere bir sinirbilimci olarak şunu söyleyebilirim:

 Hayatınızın aşkını mantığınızla düzenlediğiniz “kontrol listeleri” ile bulmanız oldukça zor görünüyor. Fakat biraz ağırdan alıp, “yarin gül kokusunu”, “gamzesini”, “al yanağını”, “hoş sedasını” tecrübe etmeye vakit ayırabilirseniz, karşınızdaki insanın “analizine” ayırdığınız vaktin en azından bir kısmını o kişinin “örüntülerini” anlamaya ayırırsanız, hiç farkında olmasanız da sürekli iş başında olan zihninizin o bilinçsiz deryası, en nihayetinde size doğru kişinin müjdesini, kim bilir, belki de “karnınızda uçuşacak kelebeklerle” getirecektir. Peri masallarındakinden daha mutlu birliktelikler ve huzurlu bir ömür dileklerimizle…

 Not: Bu yazıdaki bazı kavramların daha detaylı açıklama ve tartışmalarını merak ediyorsanız lütfen nBeyin sayfalarımızda yer alan ilgili diğer yazılarımıza da göz atınız:

Örüntü algısı
 Kızıl saçlı koku
Aşk beyinde mi kalpte mi?
Zehirle gelen güzellik












Yazar : Sinan Canan
www.nbeyin.com'da yazdı.....

7 Şubat 2014 Cuma

Ezansız Semtler - Yahya Kemal


Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtler­de doğan, büyüyen, oynayan Türk çocuklarının milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görül­mez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Ço­cuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bi­zi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihti­yar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin kö­şesinden okunan Kur'ân'ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan şan sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendi­ler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının ya­nında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, di­nin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semt­lerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile de­ğilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu ço­cukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafran­ga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı ka­labilsinler, yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.
Ah! Büyük cetlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlı­ğın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mes­cit peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o toprağın o köşesi imana gelirdi. Beyoğlu'nu ve Galata'yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescitlerden ve o türbelerden bir ikisi kaldı da (gördük ki) cetlerimiz o kefere Frenk mahallelerinin topra­ğına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Ni­şantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yer­leştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan ari, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar'a bakınız bir de Kadıköyü'ne, Üsküdar'ın yanında Kadıköyü Tatavla'yı andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruh­ları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peyda olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenileştikçe Müslü­manlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, pazar ve yor­tu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini, milliyetini hatır­latır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi millî ruhtan ari değildir­ler. Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır büyük kitlede yine o ruh var, fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafile­den ayrıldık, uzaklaştık, kaybolduk; fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz. Yeni tarzda yaşa­yışla cetlerimizin diyanetini mezcedip bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşitler, şairler, edipler, hatipler yetişmedi, fakat gayet tabii bir revişle büyük kafileyle kendi kendimize döneceğiz.
Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülameli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücu hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamıyla il­tica edeceğimiz zaman da bizi birden tanıyamayacaklar. Çünkü on­lardan çok ayrı, çok uzak düştük.
Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum. Bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim. Fakat Frenk hayatının gecesinde sa­bah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın ma­halle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada, o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim, Müslümanlar bütün ce­maatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarını hissediyordum. Vaazdan namazda ve hutbe­de onların içine karışıp "Muhammed" sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek dil, yekvücut olarak gör­düm. O sabah, o, Müslümanlığa az aşina Büyükada'nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken, kapıda ayandan Reşid Âkif Paşa durdu, bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu. "Bu bayram namazında iki defa mesudum, hamdolsun sizlerden birinin kendi başına camiye gelmiş gördüm. Berhudar ol oğlum! Gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti." dedi. Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hadiseden pek samimi olarak mahzuzdular. O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı.
Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyü­dük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah na­mazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!

Müslüman Saati - Ahmet Haşim


İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir sıhhatle,haberdâr ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.
Gerçi, astronomik hesaplara göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi. Güneş saatinin adetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.
Bu Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, 
ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhûm[6] bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecr âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıstırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o muhayyirü’l-ukul mimârîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.
Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

Ahmet HAŞİM

Dergâh,Mayıs1337/1921

6 Şubat 2014 Perşembe

Atatürk Sabetayist Miydi?


Önce Sabetaycılık nedir onu söyleyelim.
Sabetaycılık, 17. yüzyılda İzmir ve çevresinde ortaya çıkan Sabetay Sevi'nin kurucusu olduğu, onu mesih kabul eden mistisizme ve Kabbala'ya dayanan inanç. Diyanet İşleri Başkanlığı'na göre Sabetaycılık bir İslam mezhebi ya da tarikatı değildir ve İslam düşüncesi içinde yer almaz. 1920'lerin başından itibaren Sabetayist kökenli insanların çoğunun sekülerleşmesi ve büyük bir çoğunluğunun geleneklerini yeni kuşaklara aktarmaması nedeniyle Sabetaycılık yok olmaya başlamıştır. Ancak bazı yazar ve araştırmacılar Sabetaycılığın günümüze kadar devam ettiğini iddia etmektedir.

{geniş bilgi almak isyenler bu adresten tamamını okuyabilirler.} 

Bu yazacaklarımın tamamını Amin Maalouf’un Yolların Başlangıcı adlı kitabında okudum. İlk okuduğumda benimde çok dikkatimi çekti. Şimdi orada yazılanları sizlere aktarayım.
‘’Bu söylenenlerde bir gerçek payı da yok değildi. Hareket(Devrim) gerçekten Selanik’ten başlamış ve bu, kimseyi şaşırtmamıştı; bu kent, İmparatorluk topraklarında Aydınlanma’nın başkentiydi. En iyi okullar oradaydı; hepsi de ötekilereden daha iyi bir eğitim verdiğini ileri süren dinsel topluluklar arasında bir tür yarış bile vardı. Ve bu yarışı, tartışmasız bir biçimde, bu toplulukların en küçüğü ve en ilginci önde götürüyordu her zaman; gerek Osmanlı İmparatorluğu’nda, gerekse yeryüzünün geri kalanında insanların çoğunun varlığından bile haberli olmadığı bir topluluk: Sabetaycılar. 1665 yılında İzmir’de kendini Mesih ilan eden Sabetay Sevi’nin uzaktan yandaşlarıydı bunlar. Sabetay Sevi, Tunus’tan Amsterdam’a oradan Varşova’ya, bütün yahudi toplulukları arasında büyük bir ilgi uyandırmıştı; bu olaydan kaygı duyan Osmanlı yetkilileri de ona iki seçenek sunmuşlardı: Ya Müslüman olacak ya da idam edeilecekti. Ölmemeyi yeğledi ve dönemin tarihçilerini dediği gibi ‘’sarık sarıp Mehmet Efendi adınını aldı’’. Peşinden gidenler de hemen terkettiler onu; kimi tarihçiler birçok Yahudinin, bu yaralayıcı düş kırıklığı yüzünden bir mesih beklentisine sırt çevirip dünya işleriyle ilgilenmeye başladığını bile düşünüyorlar.
1676’da öldüğünde, yalnızca dört yüze yakın Selanikli aile sadık kalmıştı Sabetay’a. Bu insanlar, uzun süre ‘’din değişitirmiş’’ anlamında, Türkçe ‘’Dönme’’ nitelemesiyle anıldılar; daha sonra da bu biraz küçümser tanımdan vazgeçilerek onlara kısaca ‘’Selanikliler’’ dendi. Bugün , hareketli geçmişlerinden yalnızca çok bulanık anılar var bu insanların belleğinde; gerçek anlamda laik bir topluluk oluşturuyorlar; 19. Yüzyıl sonlarında, kesinlikle böyleydiler.
Bu insanların üstünde çok duruyorum, çünkü onlar, farkında olmadan ama bütünüyle rastlantısal sayılamayacak bir biçimde, İmparatorluk topraklarında yeni düşüncelerin yayılmasında benzersiz bir rol oynadılar. Çünkü bir gün Mustafa Kemal adında bir çocuk –geleceğin Atatürk’ü- onların kurumlarında birinde, Şemsi Efendi adında birinin kurduğu  ve yönettiği ilkokulda öğrenim görmüştü. Babası Ali Rıza, oğlunun eğitiminin geleneksel mahalle mektebiyle sınırlı kalmasını istememiş, ona ‘’Avrupa tarzı’’ eğitim verebilecek bir kurum aramıştı.
Bu kıvılcım güçlü bir ateşin başlangıcı olacaktı.
Nasıl olmuştu da, 17. Yüzyılın ‘’mesihçi’’ bir hareketi, iki yüzyıl sonra ateşli bir laiklik ve yenileşme gücüne dönüşmüştü? ‘’



Biz soruyu burdan sorduk, devamını merak eden arkadaşlarım iyi bir araştırma yapsınlar ve 
Amin Maalouf’un Yolların Başlangıcı adlı kitabını okusunlar, benim bu yazdıklarım sayfa 112’den başlıyor merak edenler okuyabilirler.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Sevgide Tercih İmkanı

Bunlardan birincisinin aşırı şekline aşk, ikincisinin aşırı şekline düşmanlık denir. İnsanlığın hamuru, varlığın mizaca uygun gelenine karşı sevgi, mizaca muvafık olmayanına karşı da nefret hissiyle yoğrulmuştur.

Burada mizaca her uygun geleni güzel bulduğumuz halde, mizacımıza uygun gelmeyenlerin tamamını çirkin kabul edemeyiz. Bizim bir şeyi güzel veya çirkin bulmamız için onu öğrenmemiz, onun bilgisini edinmemiz gerekir. Bilmenin ise çeşitli duyular vasıtasıyla olduğu ve insan dimağına lezzet olarak yansıdığı kabul edilir. Yani biz önce bir şeyin lezzetini alırız, sonra mizacımız ona meyleder, onu sevmeye başlar. Gözün güzel yüzleri veya manzaraları görüp (yani bilip) lezzet alması, aynı şekilde kulağın güzel seslerden, burnun güzel kokulardan, dilin güzel yemeklerden lezzet alması ve sonrasında onu sevmesi gibi. Duyuların bilgiye dönüştürdüğü şeyler mizacımızı etkiler, eğer lezzet almışsak bize güzel görünür, onları severiz. Ama bütün bu sevgilerden daha ulvi olanı kalbimize giren sevgidir ki bunu biz basiretimizle kavrar, gönlümüzle hisseder ve gözümüzde yahut midemizdeki sevgilerden daha etkili biçimde taşırız. Gel gelelim, sevginin bu türlüsü belli bir bedel ödetir, bizden karşılık ister. Bir gün Hz. Peygamber’in huzuruna bir bedevi gelip “Ya Resulallah, seni çok seviyorum!” deyince Efendiler Efendisi, “O halde fakirliğe hazır ol!” karşılığını vermiş; aynı adam “Allah Teala’yı da çok seviyorum!” dediğinde de “O halde belaya hazır ol!” tembihinde bulunmuştur.

Dünyada sıradan bir sevgiyi bile bir bedel ödeyerek hissedebiliyor ve üstelik de buna gönüllü oluyorsak sevgi insanın dünya hayatındaki asli unsuru sayılır. Sevgisiz yaşayamadığımız bu yüzdendir. O halde mizaçlarımızın algısına göre sevginin katmanlarından söz etmek abes olmayacaktır. Bu da sevgi hakkında bildiklerimiz, yaşadıklarımız, tecrübe edip biriktirdiklerimizin, sevgiyi hissetme çıtamızı belirlemesine yol açar. İşini seven kişiyle, eşini seven kişi, beyazı seven kişiyle siyahı seven kişi aslında birer tercihin karşılığı olarak mizaçlarındaki sevgi açlığını gidermekte, üstelik de bunları gönülleriyle ilişkilendirdikleri oranda takdir olunmuş bedelleri ödemektedirler. Hani nasıl diyelim, fotoğrafçı çırağı ile ressamı karşılaştırmak, işkolik adamla aile reisini ayrı ayrı düşünmek veya kumarbazın kumar sevgisiyle, alkoliğin içki düşkünlüğünü kıyaslamak gibi. İster iyiye yönelik olsun, ister kötüye, kalbe giren her sevgi belli bir bedel ile karşımıza gelir. Hani anlatılır, Hz. İsa zayıf ve çelimsiz bir topluluğun meclisini görünce sormuş, “Size ne oldu?” “Allah azabının korkusundan bu hale geldik!” demişler. Hz. İsa buyurmuş: “O halde Allah sizi azabından emin kılacaktır!” Başka bir meclise yolu uğramış. Öncekilerden daha takatsiz ve zayıf imişler. Yine aynı soru: “Size ne oldu?” Cevap: “Cennet arzusuyla yanıp tutuşmak bizi bu hale getirdi?” Hz. İsa, “Muhakkak Allah sizi cennetine koyacaktır!” buyurmuş. Nihayet bir topluluğa daha yolu uğramış. Öncekilerden daha zayıf, daha güçsüz… Ancak yüzleri aynalar gibi ışıltılı ve parlak. Soru: “Size ne oldu?” Cevap: “Allah’ın sevgisi bizi bu hale getirdi!” Hz. İsa müjdeyi vermiş: “Sizler muhakkak mukarreb (iyinin de iyisi, Allah’a yakından da yakın) kullarsınız, O’nun cemaline ereceksiniz!”

Herkes bir sevginin karşılığında bedel ödediğine göre düşünmek lazımdır, acaba bedel ödemeye değer en büyük sevgi hangisidir? Dostluk göstermeye değecek en güzel dost kimdir? Sevmeye değecek en muhteşem sevgili nerededir? Mademki yarın mahşer yerinde herkes sevdiğiyle çağrılacak ve ey falancanın dostları, filancanın dostları, ey Musa’nın ümmeti, ey İsa’nın ümmeti denilecek; neden o gün “Ey Muhammed’i sevenler, gelin!” denildiğinde yürüyüp gitmeyelim ki? Peki ya, “Gelin ey Allah’ın dostları, ey Allah’ı sevenler!” denildiğinde Allah’ın cemaline varmayı kim istemez?

İnsan neyi yahut kimi seveceğine karar vermeli!

İskender Pala- 

''zaman.com.tr'den Alıntıdır.''