26 Ekim 2014 Pazar

Mutsuzluk / Franz Kafka

Dayanılmaz olmaya başlayınca -bir Kasım akşamına doğru- odamdaki halının ince şeridi boyunca, aydınlık caddenin görünümünden ürkerek, sanki bir yarış pistin-deymişim gibi koştum. Sonra odanın içine doğru dönünce, aynanın derinliklerinde yeni bir amaç bularak haykırdım. Bir yanıtla veya gücünü azaltabilecek her hangi bir şeyle karşılaşmayan kendi sesimi duydum yalnızca. Böylece kontrolsüz bir biçimde yükseldi ve duyulmaz hale gelmesine rağmen durmadı. Duvardaki kapı bana doğru süratle açıldı, çünkü sürat gerekliydi ve hatta aşağıdaki kaldırım taşlan üzerinde atlar savaşa girmiş gibi şahlandılar ve boğazları düşmana karşı açıktı.

Bir çocuk, lambaların henüz yanmadığı zift karan-lığındaki bir koridordan çıkıp hayalet gibi ansızın geldi ve belli belirsiz titreyen tahta zeminde parmaklarının ucunda durdu. Odamdaki alacakaranlığın ışığıyla birden sersemleyerek, elleriyle yüzünü hemen kapattı. Ama pencereye attığı bir bakışla beklenmedik biçimde mutlu oldu. Sokak lambalarının yükselen buharı sürgülerin arkasındaki karanlıkta eriyordu. Sağ dirseğiyle kapı ara-lığındaki duvardan destek aldı ve dışardan gelen hava akımın ayak bilekleri, boğazı ve şakaklarının üzerinde oynamasına izin verdi.

Ona kısa bir bakış attım, sonra “İyi günler” dedim ve sabahlığımı sobanın üzerinden aldım, çünkü orada yarı çıplak durmak istemiyordum. Bir müddet için ağzım açık kaldı, böylece heyecanım çıkıp gidebildi. Ağzımın tadı iyi değildi, kaşlarım dalgalanıyordu. Kısacası, bu ziyaret, bekliyor olmamama rağmen, gereksinimim olan tek şeydi.

Çocuk, duvarın yanında aynı noktada duruyordu. Sağ elini sıvaya bastırmıştı ve çok meşguldü. Yanakları pembeydi; beyaza boyalı olan duvarların yüzeyi pürüzlüydü ve tırnak uçlarını aşındırıyordu “Gerçekten beni mi arıyorsun? Bir yanlışlık olamaz mı? Bu binada yanlışlık yapmaktan daha kolay bir şey yok. Benim adım şu ve üçüncü katta yaşıyorum. Aradığın kişi ben miyim?” dedim. “Sus, sus” dedi çocuk omuzlarının üzerinden: sorun yok.” “O zaman içeri gel, kapıyı kapatmak istiyorum.” “Hemen kapatınm. Endişelenme, rahat ol.” “Endişelenmiyorum. Ama bu koridorda oturan birçok insan var ve tabii ki bir çoğunu tanımıyorum; birçoğu işlerinden dönüyorlardır. Eğer odada birisinin konuştuğunu duyarlarsa, kapıyı açıp ne olduğuna bakmaya hakları olduğunu düşüneceklerdir. Bunlar böyle işte. Günlük işlerinde çalıştıktan sonra, geçici olarak özgür kaldıkları akşamlarda kimseden emir almazlar. Ayrıca, bunu, benim kadar sen de çok iyi biliyorsun. Kapıyı kapatmama izin ver.” “Neden? Sana ne oluyor? Tüm ev gelse de umurumda değil. Yine de, söylediğim gibi, kapıyı kapattım bile. Kapıları kapatabilecek tek insanın sen olduğunu mu sanıyorsun? Anahtan bile çevirdim.”
“Tamam o zaman, daha fazlasını isteyemem. Kapıyı kilitlemen de gerekmezdi. Şimdi burada olduğuna göre, rahatla. Misafirimsin. Bana tamamen güvenebilirsin. Evindeymiş gibi hisset ve korkma. Kalman veya gitmen için seni zorlamayacağım. Bunu sana söylemeli miyim? Beni biraz tanıyor musun?” “Hayır. Bunu bana söylemene gerek yok. Dahası, bana söylememeliydin. Ben bir çocuğum; benim için neden bu kadar çok merasim yapıyorsun?” “O kadar da kötü değil. Bir çocuk tabii ki. Ama çok küçük değil. Oldukça büyüksün. Eğer genç bir hanımefendi olsaydın, kendini bu odaya benimle birlikte kilitlemeye cesaret edemezdin.” “Bunun için endişelenmemize gerek yok. Şunu söylemek istiyorum: seni tanımış olmam benim için bir korunma sağlamaz, yalnızca seni, önümde rol yapmaktan kurtarır. Ve bana kompliman yapıyorsun. Yapma, yalvarıyorum, yapma. Ayrıca, seni her yerde ve her zaman tanıyamam, hele bu karanlıkta hiç. Işığı yakarsan daha iyi olacak. Hayır, belki de olmayacak. Her neyse beni tehdit ettiğini unutmayacağım.” “Ne seni tehdit mi etmeliyim? Ama, buraya bak. Sonunda buraya gelebildiğin için çok memnunum. ‘Sonunda’ diyorum, çünkü çok geç oldu. Neden bu kadar geç geldiğini anlayamıyorum. Seni görmenin neşesiyle rasgele konuşuyor olabilirim ve sen de cümlelerimi yanlış anlıyor olabilirsin. Böyle bir şey söylediğimi, tehdit ettiğimi onlarca kez kabul edebilirim. Sen nasıl istersen. Yalnızca kavga etmeyelim Allah aşkına. Ama bunu nasıl düşünebilirsin? Beni bu kadar çok nasıl incitebilirsin? Burada olduğun bu kısa anı berbat etmek için neden ısrarlısın? Bir yabancı, sana göre daha çok yardıma hazır olurdu.” “Buna inanabilirim; büyük bir keşif değil. Hiçbir yabancı, benim şu anda doğal olarak bulunduğumdan daha fazla yakınına gelemez. Bunu sen de biliyorsun. O zaman bu acındırma duygusu niye?. Bir komedi başlatmak istiyorsan, hemen giderim.” “Ne! Bunu bana söyleyecek kadar yüzsüz müsün? Biraz fazla cesaret gösteriyorsun. Her şeyden önce, bulunduğun yer benim odam. Tırnaklarınla deli gibi kazıdığın benim duvarlarım. Benim odam, benim duvarlarım! Hem söylediğin, yüzsüz olduğu kadar çok saçma. Kendi yapının benimle böyle konuşmana neden olduğunu söylüyorsun. Öyle mi? Yapın mı seni zorluyor? Yapın çok nazik-miş. Senin yapın bana ait ve ben de yapı olarak sana dostça duygular besliyorsam, sen başka birisi olamazsın.” “Bu dostça mı?” “Daha önceden bahsediyorum.” “Daha sonra nasıl olacağımı biliyor musun?” “Hiçbir şey bilmiyorum.” Ve masaya giderek, üzerindeki mumu yaktım. O zaman odamda ne gaz lambası ne de elektrik vardı. Sonra, bundan yorulana kadar odada oturdum. Paltomu ve şapkamı aldım, mumu söndürdüm. Dışarı çıkarken, sandalyenin ayağına takıldım. Merdivenlerde, katımda oturan kiracılardan birisine rastladım. İki ayağını iki basamak üzerine koyarak, “Yine dışarı mı çıkıyorsun, kerata?” diye sordu. “Ne yapabilirim ki?” dedim, “odamda bir hayalet var.” “Bunu sanki çorbanda kıl bulmuş gibi söylüyorsun.” “Şaka yapıyorsun. Ama sana şunu söyleyeyim, bir hayalet, bir hayalettir.” “Eğer hayaletlere inanmıyorsan bu nasıl gerçek olabilir?” “Benim hayaletlere inandığımı mı sanıyorsun? Ama inançsızlığımın bana bir yaran yok.” “Çok basit. Aniden beliren bir hayaletten korkmana gerek yok.” “Ah, bu yalnızca ufak bir korku. Gerçek korku hayaletin ortaya çıkış nedeninin yarattığı korku. Bu korku gitmiyor. Hala içimdeki gücünü duyumsuyorum.” Sinirli bir biçimde ceplerimi karıştırmaya başladım. “Eğer hayaletin kendisinden korkmuyorsan, oraya nasıl geldiğini kolayca sorabilirsin.” ‘Bir hayaletle konuşmamış olduğun çok açık. Onlardan doğrudan bilgi alamazsın. Bir orada, bir burada olurlar. Bu hayaletler, kendi varlıkları konusunda bizden daha fazla şüphecidirler. Ne kadar kırılgan oldukları göz önüne alınınca, bu hiç de şaşırtıcı değil.” “Onların şişmanlatılabileceğini duymuştum.” “Ne kadar bilgilisin. Oldukça doğru. Ama bunu yapabilecek birisi var mı?” “Neden olmasın? Eğer dişi bir hayaletse, örneğin” diyerek üst basamağa çıktı. “Aha” dedim, “buna bile değmez.”

Başka bir şey düşündüm. Komşum beni göremeyecek kadar uzaklaşmıştı. Beni görebilmek için eğilmek zorundaydı. “Hepsi aynı” diye yukarı doğru bağırdım, “eğer hayaletimi çalarsan, aramızdaki her şey sonsuza kadar biter.” “Yalnızca şaka yapıyordum” dedi ve başını geri çekti. “Tamam” dedim. Artık sakin bir yürüyüşe çıkabilirdim. Ama kendimi çok yalnız hissettiğim için, tekrar yukarı çıkarak yatmayı yeğledim.
Franz Kafka, Mutsuzluk

24 Ekim 2014 Cuma

Modern Öykü Kuramı

Öykü, tek bir yataktan akmayı reddeden ırmak gibidir. Her yazarın elinden yeni bir yol izler ve izlediği yollarla beraber şekillenir, biçim kazanır. Kimi, karşımızdaymış gibi canlıdır; okurken aynı zamanda onu seyrederiz.  Kimi kımıltısız bir göl gibidir ama sözcüklerin gücüyle derinlerdeki çalkantıyı kusursuzca anlatır. Kimi sırlı bir kapıdan başını uzatır ve ardından saklanır; ne her şey açığa çıkmıştır ne de tamamen gizlenmiştir. Necip Tosun’un Modern Öykü Kuramı’nda dediği gibi “Öykü, ille de bir yere varmak değil, yolculukta kaybolmaktır.”

Uzun bir çalışmanın ve araştırmanın ürünü olan eser nihayet elimizde. Öykü yazarının yol göstericisi diyebileceğimiz bu kitapta Necip Tosun, öykünün tarihi serüvenini, zaman içerisindeki değişimini, çeşitlenişini ve bu çeşitliliği ortaya çıkaran unsurları kusursuz bir dille anlatıyor. Öykünün kuramsal temellerine ışık tutması açısından oldukça önemli bir kitap. Onu önemli yapan unsur zengin bir içeriğe sahip olmasının yanında, bu konuda ülkemizde kaleme alınmış eserlerin yok denecek kadar az olmasıdır. Necip Tosun aynı zamanda bir öykü yazarı olarak öyküyü irdeliyor. Tanıdığı bir kavramın izini sürüyor olması, öyküye hem bir yazar hem de okuyucu gözüyle bakmasını sağlıyor.

Kitap, öykü okuyucusu ve yazarı için harita özelliği taşıyor.  O harita üzerinde öykü çeşitlerinin ve onları işleyen, yontan, yükselten öykü yazarlarının yerleri bellidir. Okur, o haritayı eline alır ve aradığını bulur. Poe’nin atmosfer yaratmadaki ustalığını, Gogol’un öyküdeki öncülüğünü, Çehov’un romanlar ülkesinde öyküyü kabul ettirişini, Rilke’nin öyküde nasıl bir yol izlediğini, Tomris Uyar’ın “yeni” arayışını ve daha birçoklarını öğreniyorsunuz.

Necip Tosun öykü okuyucusuna/yazarına öykü birikimini aktararak yol göstermekte, yeni ufuklar açmaktadır. Öykünün zaman içerisindeki akışını, oluşumunu, değişimini; tarihsel sırayı takip ederek ve insanların yaşam tarzındaki değişimlerle bağdaştırarak anlatır. Geleneksel anlatıdan modernizme, modernizmden postmodernizme geçiş sırasında öyküdeki değişimi ve bu değişimi ortaya koyan öncüleri açık bir dille okuyucuya sunar.  Modern anlatı ve geleneksel anlatıyı kıyaslar. Ortaya çıktığı toplumu araştırır ve değişen yaşamla  öyküyü  bağdaştırır. Doğru veya yanlışlığından çok,  tarzın; öyküdeki işlevine, öyküye katkısına bakar. Postmodernizm için söylediği sözler de buna örnektir: “Sonuç olarak post modern tutum, edebiyatta bir imkândır. Yenilikçi arayışın, biçimci tutumun bir yansımasıdır. Karşı çıkarken de, yanında yer alırken de ona böyle bakılmalıdır.”

Öykünün özgünlüğünü, yıllar içindeki arayışını değişimini daha net görebilmek için, öyküyü etkileyen diğer sanat türlerini de araştırdığını anlıyoruz. Öykünün sinema, roman, resim, fotoğraf ve müzikle ilişkisini de ele alıyor. Yazıdaki ritmi müzikle, canlandırmayı sinemayla, zihinde oluşan parça parça kareleri resim veya fotoğrafla ilişkilendiriyor. Öyküyü diğer yazım türleri olan roman ve şiirle  karşılaştırırken birbirlerine yakınlaştıkları ve birbirlerinden uzaklaştıkları durumları ayrıntılarıyla anlatıyor. Ritim için ses , görsellik için fotoğraf ya da resim gerekirken, öykü yazarının bunları sadece sözcükler ile yapabildiğini her konu içerisinde farklı bir yolla anlatıyor. Düşüncelerini, ustalardan yaptığı alıntılarla destekliyor ve böylelikle konuya evrensel bir bakış kazandırıyor.

Necip Tosun’un  insan ve yaşam üzerine de çarpıcı tespitleri vardır. Yoğunluk Ayrıntı ve Yüzleşme başlıklı yazısında modern insanın görsel medya ve sinema tutkusunu “modernizm insanlara özet yaşamı dayatmaktadır” sözleriyle açıklar. Bu özet yaşam içinde öykünün yerini belli eder. Öyküyü mekân olarak da inceler; şehir ve kasaba öykülerini birbirinden ayırır ve kahramanlarını o mekâna has kılar. Buradan çıkan edebiyatın da şehir/kasaba edebiyatı olduğunu söyler. Dil, atmosfer, ironi, tasvir, melankoli, ritim ve gerilimin öykü üzerindeki etkilerini ayrıntılarıyla anlatır. Dilin yazıdaki öneminden bahsederken şöyle der:” Yazınsal metinlerde dil, sadece duyguları, düşünceleri aktaran bir “araç” değildir. Çünkü yazınsal dil bunların yanında yazarın sanat anlayışını, estetik tutumunu da yansıtır. Kuşkusuz bu biçemdir” Öykünün sanat türleri yanında felsefe, tarih ve siyasetle olan ilişkisini ve bu ilişkinin sınırlarını tarihi anlatımlara dayalı olarak nesnel bir bakış açısıyla ortaya koyar.

Necip Tosun, hiçbir anlatım türünü eleştirmez sadece bunlarla ilgilinitelikli bir detay sunar. Çok dikkatli okunduğunda, taraf olduğu öykü profili zihnimizde oluşur. Ama o tercihini kelimelerin arkasına saklar ve böylece okuyucunun objektif bakış açısına zarar vermemeyi amaçlar. Yaptığı alıntılarla konuyu pekiştirir, hiçbir yazarı ve hiçbir öyküyü tartışmaz. Sadece anlatmak istediği konuda onu bir örnek olarak işler.

Kitabın her satırında öykünün sesini yükseltmek isteyen Necip Tosun’un heyecanını, tutkusunu, adanmışlığını duyumsarsınız. Okuduğu öykünün içindedir, bu yüzden onu okuyup geçmez; dil, anlatım, tema, zaman ve mekan bakımından araştırır. Öyküyü, kendisi yazmış gibi içselleştirir ve böylece yazarın o anki ruh haline bürünür. Yazara gördüğü rüyanın fotoğrafını çizer, kısaca  öykücüye öyküsünü anlatır.

Necip Tosun’un yazılarında göze çarpan özelliklerden biri de okuru ve yazarı iyi analiz etmesidir. Tosun, yazarın yazarkenki, okurun da okurkenki iç dünyasını anlatır. Hem yazarı hem de okuru keşfetmeye çalışır. Öykü yazarına, okurun ruhunu yakalayacağı öyküleri nasıl yazacağının ipuçlarını verir. Özellikle öyküye yeni başlamış birinin şimdiye kadar dönüp kendi öyküsüne bakmadığını hatırlatır. Öyküde biçim, anlatım türü ve diğer yönler bakımından nerede durduğu konusunda fikir edinmesini sağlar. Öykü yazarı Modern Öykü Kuramı’nı okuduktan sonra, şimdiye kadar öykü hakkında söylenenleri ve yapılanları daha geniş bir açıdan görür.

Günümüze gelinceye kadar farklı anlatım ve dil teknikleri kullanılarak ortaya çeşitli yapıtlar konulmuştur. Hem dünya edebiyatında hem de Türk edebiyatında öyküye yeni yollar arama ve açma çabaları devam ediyor. Necip Tosun kitabında bir taraftan öykünün tarihsel gelişim/değişimini ele alıyor, diğer taraftan öyküyü baştan sona her bakımdan inceliyor. Kitabın sonundaki kişi adları dizini ve konu dizini okuyucunun işini kolaylaştırmakta ve bir sözlük görevi yapmaktadır.

Türkiye Yazarlar Birliğitarafından “2011yılı Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri”nde  “Modern Öykü Kuramı”, “Edebi Eleştiri” dalında ödüle layık görüldü. İyi yapıtların desteklenmesi oldukça sevindirici… Modern Öykü Kuramı başucu kitabı olabilecek nitelikte. Bu, hem öykü yazarı hem de öykü okuru için büyük bir kazançtır.


EMİNE BATAR, Yedi İklim, Mayıs 2012

12 Ekim 2014 Pazar

Neden Herkes Ben Değil?

Bu yazıyı izlediğim bir videodan sonra yazıyorum. Videoyu da paylaşıcam en sonda ama öncelikle bu konu hakkında birkaç şey söylemem lazım. İnsanların ya da daha doğrusu insanlarımızın ben kelimesini her şartta ortaya koyması o kadar zoruma gidiyor ki. Kişi kendisi gibi düşünmeyeni neden hemen dışlıyor bunu anlamak gerçekten çok zor. Kendi fikir ve görüşlerini başkasının kabul etmesini istiyor ve herkesin kendisi gibi olmasını bekliyor. Kendisi gibi giyinsinler, kendisi gibi konuşsunlar, kendisi gibi düşünsünler istiyor. Bu benlik safsatalarıyla karşıdakini hor görüp, aptalca bir sebepten anlamsız kavgalara mahal veriyorlar.

Özellikle bencilliğin hat safhaya ulaştığı ülkemde ben değilde biz diye düşünen bir toplumu ne zaman göreceğim. Bunu sabırsızlıkla bekliyorum. Ülkemdeki bütün insanları çok seviyorum. Ama birbirine saygılı olmayan, birbirini düşüncelerinden, giyinişlerinden ve inandıkları yüzünden kınayan bencil insanlardan nefret ediyorum demek istemiyorum, çünkü ben onlara sadece acıyorum.
Neden herkes ben değil diyerek yürümeye devam etsinler onlar. Fakat şunu hiç unutmasınlar ki kimse kendileri gibi düşünmek, konuşmak, inanmak zorunda değil...
İzlediğim videoya gelince onu da paylaşayım o zaten anlatıyor her şeyi haydi selametle.....

17 Eylül 2014 Çarşamba

Ölüm Üstüne - Montaigne


Madem ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates’e; “Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler,” denildiği zaman: “Tabiat da onları!” demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.


 Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: “Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler – Lucretius).
 Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
“Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius.”
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.

10 Eylül 2014 Çarşamba

İhtiyar Adam ve Atı

Köyün birinde yaşlı ve çok fakir bir adam varmış. Ama kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. 'Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?' dermiş hep.

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. 'Seni ihtiyar bunak! Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın' demişler.

İhtiyar 'Karar vermek için acele etmeyin' demiş. 'Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.' Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler.
Aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki bir düzine vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. 'Babalık' demişler. 'Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.' 'Karar vermek için gene acele ediyorsunuz' demiş ihtiyar. 'Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç... Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?' Köylüler bu defa açıktan ihtiyarla dalga geçmemişler ama, içlerinden 'Bu herif sahiden gerzek' diye geçirmişler.



Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara... 'Bir kez daha haklı çıktın' demişler. 'Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın' demişler. İhtiyar 'Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz' diye cevap vermiş. 'O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar... Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.'

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. 'Yine haklı olduğun kanıtlandı' demişler. 'Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.' 'Siz erken karar vermeye devam edin' demiş, ihtiyar. 'Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.'
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış: 'Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.'

24 Ağustos 2014 Pazar

Korkulardan Kurtuldum

Ağır ağır çıkıyordu merdivenlerden bin bir düşüncenin içine hapsolmuş bedenini sürükleye sürükleye ilerliyordu. Ayakları ilerlese de zihni durmuş ve derin saplantılara gömülmüş bitmek bilmeyen korkular arasında kalmış bir biçimde, ruhunu meşgul eden korkulardan kurtarmaya çalışıyordu. Zor da olsa evin yolunu bulmuş kapıyı çalıp hızla içeri girip yatağına uzanması bir an içinde olmuştu. İçeriden gelen seslere aldırış etmeden yatağının tadını çıkarmaya başlamıştı. Ama zihnini hala o meşguliyetten kurtaramamıştı. Aklında bin bir soru ve hala zihninde aynı düşünce uyumak istiyor ama bir türlü uyuyamıyordu. Zihnini kemiren sorulara bir cevap bulmak istiyordu.

Bütün bu soruları kendine tek tek soruyor, kendi kendince cevaplar üretmeye çalışıyordu ama bir türlü aradığı cevabı bulamıyordu. Sıkılmıştı ruhu daralıyordu. Olanlara bir anlam yüklemek istiyor ama bir türlü yapamıyordu. Sanki soruların ve hayatının anlamının cevapları kalbindeymiş de kalbini hiç tanımıyormuş gibi hissediyordu.
Darmadağınık olan düşünceleri her dakika zihnine zarar veriyordu. Ürperen bedenine hakim olmaya çalışıyordu. Artık ölümü düşünmeye başlamıştı. Saatinin hızla vuran tik takları zihnini paramparça ediyordu. Başka şeyler düşünmek istiyordu. Fakat bir türlü beceremiyordu. Korkularını zihninden atamıyordu. Uyumaya çalışıyordu ama bir türlü uyuyamıyordu. Saat epey ilerlemişti. Karanlık geceye çöktüğü gibi onunda ruhuna çökmüştü. Korkuyordu, titriyordu, hareket etmiyordu ve her geçen dakika bir kat daha korkuları titreyişleri artıyordu. Sonra düşüncelerinden kurtarmak için bir yol buldu kendince...




Ellerini semaya kaldırdı. Duygularını sakin ve bir başına bırakarak içinden geldiği gibi yakarmaya, yalvarmaya başladı. Her yakarışta ve yalvarışta kararan ruhunun aydınlandığını hissediyordu. Daha içli ve daha içli sesini arşa çarptırırcasına yakarıyordu. Kalbi ve ruhu hafifliyordu. Artık anlamsızlaşan korkulardan ve hislerden kurtulmuştu. Rahat bedeniyle beraber ruhuna da bir hafiflik sarmıştı. Yatağa uzandı, başını ve bedenini sağ tarafa çevirdi. Ölümü hissedercesine derin bir uykuya daldı...

Ahmet Culum

21 Ağustos 2014 Perşembe

Hayalinde İnatçı Genç

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası. 


Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.

 Ertesi Gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi. 

İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı Kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı. "Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk. "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası. "Paran yok. Gezginci bir Aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. 

Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm." Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.

 Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!" 

Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi. "Ben de hayallerimi."O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. 



Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi, "Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

7 Ağustos 2014 Perşembe

Unutursun Deyişine



Unutursun 'Deyişine'

unutmak, yıldızların ciğerine saplanan 

bir lâle yaprağına gömmektir sevgiliyi 
unutmak, bir kaktüsün küllerinde ansızın 
alevli bir tapınak eylemektir sevgiyi 
unutmak, semendere zehir sunmaktır, gülüm 
taş dolu yüreklerin lügatinde bulursun 
unutmak, sessizliğe yine kanmaktır, gülüm 
unutulursa şair, sen de unutulursun 



bir dağın bir kuyuya tıhum ektiği yerde 
balığın yüzgecinden irin döktüğü yerde 
kralın, kölelerin emrinde yürüdüğü 
geminin bir köpükte okyanus aradığı 
ay'ın arzı terkedip gökte durduğu ândaa 
serseri bir kurşunun ay'ı vurduğu ânda 
başını ellerinin arasına al ve dur 
işte o lahza gülüm, bu can seni unutur 



unutmak, bir saatin kırılan camlarında 
zamanı çürüterek öldürmektir sevgiyi 
unutmak, bayramlığı giydirilen çocuğun 
aldatılan göğsünde vurmaktır sevgiliyi 
unutmak, bir ülkenin tozlu kaldırımlarında 
taşlara boğdurmaktır yağız atlı yiğidi 
unutmak, susturmaktır yolların ayrımında 
şairlere can veren muhteşem bir ağıdı 
unutmak, koparmaktır çiçekleri dalından 
sisli bir yalnızlığın ekseninde bulursun 
unutmak, ayırmaktır arıları balından 
unutulursa şair, sen de unutulursun



Nurullah Genç

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Sevgiye Giden Yol 'Samimiyet'

Bir insanın sevildiğini bilmesi ve bunu hissetmesi çok güzel bir duygu. İşte insanı hayata bağlayan ve belki de ayakta tutan en önemli nedenlerden biri de bu sanırım.
Gerçek bir sevgi ve ilgi görmek kimi zaman kişiyi hiç bilmediği güzel sonuçlara hiç tatmadığı muhteşem duygulara eriştirebiliyor. Aslında bu gerçek sevgi ve ilginin altında yatan en önemli sebep samimi bir insan olabilmekten geçiyor. Çünkü samimiyet, kişinin kendi için istediğini bir başkası için de istemesinin anahtarıdır. Bu anahtar insanın hiç açılmamış kapıları açmasına vesile oluyor. Yani daha önce hiç göremediğimiz ama aslında burnumuzun dibinde olan şeyleri görmemizi sağlıyor. Samimi davranışlarımız  aslında kişiliğimizin bir göstergesidir. Bizi biz yapan bir değerdir. İnsan kendisi olursa, samimi olur ve samimi olursa sevilir. Sevgiye muhtaç dediğimiz insanların aslında samimiyete muhtaç olduğunu farkına varmamız gerekir.

Bir insanın sevgisizlikten yakınmasının sebebi de samimi bir dost ve arkadaş bulamamasındandır. Sevginin yokluğu değildir insanları yalnızlığa iten samimi insanların yokluğudur. Kişi kendi duygularını ve düşüncelerini birine aktarırken veya anlatırken karşıdakinin de olaya kendi gibi bakmasını, anlamasını, hissetmesini ister. Eğer duygularını aktarırken karşıdaki seni senin gibi anlamıyorsa ya da senin hissettiklerini senin gibi hissetmiyorsa o insanın samimi olduğunu söylemezsin. Çünkü senin dertlerinle dertlenen senin mutluluğunu kendi mutluluğu gibi paylaşan insan samimi bir insandır. Eğer karşınızdaki insan böyle hissetmiyorsa zaten onun samimi olmadığını hemen anlarsınız. Nasıl mı dersiniz? Bunu cümlelere dökecek bir şey bulamadım ama emin olun kalbinizi size en net cevabı verecektir.

İşte sevgiden geçen ve sevgiye yol açan samimi hislerin kişinin sevilmesine vesile olması böyledir. Bir insanın sevilmesi ve ilgi görmesi samimiyetten geçer tamam da eeee diğer kriterler ne olacak diye soracak olursanız. Yani doğruluk, inançlar, güven hissi, vb. durumları kast ediyorsanız. Bunlar zaten samimi bir insanın özelliğinde olan şeylerdir. Başta dedim ya sevildiğini bilmek güzel bir duygu. İşte öyle zannediyorum ki samimi olmamız ve dostlarımıza, arkadaşlarımıza, ailemize, eşimize karşı kendimiz gibi olmamız yani aslında onlar gibi olmamız bu sevgiyi güçlendiriyor ve kalpleri birbirine bağlıyor. Mecazen böyle olduğu gibi bizi yaratana karşı samimi olan duygularımızda ve ibadetimizde bizi rabbimizin makamında değerli kılıyor. Rabbim bizi samimi olan kullarından eylesin... Amin...






Read more at http://filozofundefteri.blogspot.com/2014/07/sevgiye-giden-yol-samimiyet.html#bddEPu1tkaRZF45C.99






15 Temmuz 2014 Salı

Günler - Cemil Meriç

Günler nehir gibi akmıyor. Nehrin serinliği var, sularında yıkanabilirsiniz, gümüş pullu balıklar yaşar koynunda nehrin... Hayata zincirliyiz kollarımızdan, zaaflarımızdan çiviliyiz.

Ve günler, çehrelerinde kamçıdan sert bir istihza. Ve günler, bakışlarında hançer... birer birer geçiyor önümüzden. Kimi suratımıza tükürüyor durup, kimi tokatlıyor bizi. Kim çözecek ellerimizi Tanrım? Kim çözecek?... Günler kükreyerek geçen canavarlara benziyor, uluyarak geçen canavarlara... Gök karanlık, kulaklarımızda acı bir nâra...

Nehre benzemez günler Heraklit! Yanan alnımızı serinletir kardeş suları nehrin. Nehir bir gözyaşıdır, bize ağlayan. Nehir bir busedir. Nehrin sularında gök var, altın yıldızlarıyla gök.

Neden azgın rüzgârların önüne kattığı kumlara benzetmedin günlerin geçişini, neden dökülen yapraklara benzetmedin, eriyen kara benzetmedin Koca Hafız! Günler belki de önünüzden şuh birer kadın gibi göz süzerek geçiyordu. Bir an serin bir rüzgâr gibi dostça dolaşıyordu yanan alnınızda parmakları. Günler birer arı, siz kovandınız. Belki zaman zaman yandınız alevden dudaklarıyla, ama aydınlandınız, aydınlattınız... Günler belki dilber zaman zaman, belki o canavarlar kafilesinden sonra bir Meryem, bir Mesalina. Ama zincirli ellerin, koparsan da zincirlerini, günlerin saçını okşayamazsın, kadın sandığın canavarlaşır birden, Meryem ifritleşir, Mesalina ısırır parmaklarını zavallı dostum! Çok çok, yırtılan entarilerinden birer parça kalır avuçlarında...



Korkuyorum günlerden, korkuyorum. Uçsuz bucaksız bir uçurum günler, anlamıyorum söylediklerini. Dört nala giden azgın bir atın yelelerini sarılmışız bir elimizle, yarların arasından geçiyoruz... ve tarlalarda başaklar, şiirin başakları; mânânın başakları... Yoluyoruz yolabildiğimiz kadar. Yazık ki dikenle başak yan yana ve avuçlarımızda, bir avuç diken, bir avuç ısırgan!

Günler birer kelebek belki. Ama ellerine konmuyorlar ki bilesin ve bir ânda tozlaşan o çiçekleri hatıraların defterine gözyaşlarınla iğneleyesin! Günler birer kuş belki de. Neden saçlarına konmuyorlar? Kanatları birer el gibi dokunsa alnına ne olur?

Günler senden birer parça götüren haramiler, kırk haramiler, kırk bin haramiler. Günler sam yeli, sen çöl, sen kumdan bir tepecik. Günler yaramaz birer çocuk, sen çerden çöpten kurdukları bir evcik... Günler geçiyorlar, geçtiler... Her biri bir parçanı kopardı, koparacak... Onlardan sana ne kaldı? Hiç. Senden onlara şarkıların kalacak. Ne şarkıları?

Günler bir akbaba, çelikten gagası bu akbabanın ciğerlerine kadar saplanmıyor ki avaz avaz bağırasın, ışık olsun çığlığın, fırtına olsun, baykuş olsun, kurt olsun... Çelikten gagası akbabanın alnında dolaşıyor biteviye. Muhteşem değil ıstırabın, parlak değil... Günler bir akbaba ama gagaları çelikten değil ve sen Kaflara değil, karanlıklara zincirlisin. Karanlık demek adem demek, adem yani mutlak, yani Tanrı, yani sükut. Adem şarkı söyler mi ahmak!

Günleri saçlarından yakalayacaksın, canavar, bir genç kız oluverecek. Gözlerinin içine bakacaksın günlerin. Birer ağaç gibi meyve verecek günler. Günler kısır değil, kısır olan sensin. Günler erkeğin karşısında diz çöker... İhtiyar Homer'in yaralı ayaklarını lepiska saçları ile okşayan onlar değil mi? Hâlâ donuk göz bebekleri ihtiyar Homer'in, onlar için kutsal birer ateş...

Seni denemek istiyor günler, dostum. Onlar birer masal sfenksi, büyülerini çözdün mü perileşirler, akbaba güvercinleşir, yardan yara atlayan kızgın küheylan, seni Himalaya'ya, Olemp'e kanatlandırır. Senin Himalaya'da işin ne? İstemiyorsun, günleri kelimeleştirmek istemiyorsun. Mezarlaşan saatleri hayata kavuşturmak, ölüleri diriltmek belki elinde, ne biliyorsun. Belki kader bütün oklarını bunun için saplıyor kalbine. İstiyor ki, oradan akan kan günlere dokunarak ebedileştirsin onları... Kan ve gözyaşı: simyagerlerin aradığı felsefe taşı.

23.1.1963

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri

"Büyükbabam gözümün önünde öldü. Yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı renkte kupkuru bir ayak... Buruşuk bir yorgan... Arkasına yastıklar doldurulan hasta, yatağa yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak, göz alabildiğine uzak bir âleme dalmış...
Tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü...
Ne o? Gayet ufak bir hâdise!... Bir baş göğüse düştü... Bu adam öldü mü? Bu adam yok mu artık?
Nasıl olur? Ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
Mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. Halbuki çıldırmayız. O halde inanır mıyız? İnanmayız da... Hattâ öyle anlarımız olur ki, "bak bak, deriz; şimdi, şimdi kapı açılacak ve büyükbabam içeriye girecek sanıyorum!" İnanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz? Razı da olmayız. Herşeye rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir. Ah, alışmak!... Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum...



• • •
Bu şeylerin üstünden yıllar geçtikten sonra o kadar korktuğum bu evde, yapayalnız, bir gece geçirdim. Yapayalnız bir gece, o kadar korktuğum bu evde... Eski uğultulu âlem sanki bacalardan ve pencerelerden süzülüp gitmişti. Ölenlerle kalanların birbirinden farkı yoktu. Mademki biri yaşadığı halde yok olabiliyordu, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilirdi.
O gece hayâlimde sağlarla ölülerin birindeki varlık, ötekindeki yokluk esasları öyle bir birleşmişti ki, ateşi kırk dereceyi geçen bir hastanın vehim dediğimiz ölçüsüz hassasiyetiyle, ölüleri dirilerden daha mükemmel ve tam bir fiilin şartları içinde yaşıyor farzettim.
Odamın kapısını, küçüklüğümden kalma tabiî bir sevkle sımsıkı kapamış ve eski bir konsol üzerinde duran altı mumlu iki şamdanın bütün mumlarını yakmıştım. Odanın bir köşesinde bir koltuğa gömülmüş, düşünüyordum. Derin bir suda yüzerken bir anda altında kaç kulaç su bulunduğunu düşünüp bütün kuvvet ve cesaretini kaybeden bir yüzücü gibi, o anda benden başka içinde kimse bulunmayan yirmi odalı evi düşünüyor ve korkup korkmadığımı kendime soramıyordum. Ta karşımdaki duvarda, kızkardeşimin ufak bir fotoğrafıyla, büyük babamın adam boyu, yağlı boya bir resmi vardı. İki ölünün resimleri...
Gözlerim resimlerden mâziye aktı. Kızkardeşim elinde hafifçe ısırılmış bir elmayla yanıma geldi ve bir ayağını arkaya, bir elini omuzuma atarak yalvarmaya başladı: - Kuzum ağabeyciğim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı ver de, sana bu elmayı vereyim. Biraz ısırdım amma ziyânı yok..
• • •

Büyükbabamın ölüsünü hamama koymuşlardı. İşte halamın oğluyla beraber ölüyü görmek için bahçeye çıktık ve hamamın yüksek penceresine bir merdiven dayayarak içeriye göz attık. Çocuk merakı... Büyükbabam, teneşirde upuzun yatıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar baktığım ölüden bana çarpan şey, yalnız sakalları; sapsarı derisinin üstünde tane tane yapıştırılmış gibi duran seyrek ve beyaz sakalı oldu. Ölü bir tenden fışkıran, kurumuş otlar gibi ölü ve kıvırcık teller... Yıllar önce ölmüş bir insanın toprak altında çürümüş eczasını birleştiren muhayyilem, onu diriltti de... Birden sezdim ki, oturduğum oda büyükbabamın sağlığında hiç çıkmadığı, işte tam şu karşıki kanepede Fuzulî Divanını okuduğu oda... Büyükbabam köşesinde, Fuzulî Divanını okuyor... Aman Allahım, o sakal, o sakal... Seyrek, beyaz, kıvırcık... Gözlerinde gözlüğü... Kitabın, kenarları yenmiş siyah kabında tırnaklarının çizgisine kadar tanıdığım uzun, ince, fildişi gibi solgun parmakları duruyor. Elbisesi, ayakkabıları, o, o, Büyükbabam... Bir anda tam ve katı bir hakikât elbisesine bürünmüş zehirli bir duygu, tıpkı çukuruna giren bir bilye gibi beynime oturdu ve kulağıma şöyle fısıldadı: 


- Kim demiş sanki, ölüler yaşamıyor? Şu anda sen Büyükbabanı ta karşında görmüyor musun? Yaşasaydı nasıl görecektin? Yine böyle, değil mi? O zaman belki biraz daha açık, daha tabiî, varlığına daha inanmış olarak görecektin! Mâdemki şimdi onu müphem de, bulanık da olsa yine görebiliyorsun, bu görüşün biraz daha tekâmül ettiğini farzet! Biraz daha tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu var mıdır? Boyuna tekâmül... Ne oldu? Büyükbaban bütün varlığıyla karşında, değil mi? Karşındaki vücuda inanıyorsun! Şimdi kalk ayağa, yürü Büyükbabana doğru! Yaklaş, uzat parmağını! Gözlerin öyle ayân görüyor ki, parmağını uzattığın zaman bir cisme değeceğinden eminsin! Dur şimdi, sakın bu emniyet hissini kaybetme; bu hissin üzerinde dur! Tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu yoktur. İşte elin bir maddeye değdi. Büyükbabanın ellerini tuttun! Sesini duymaya gelince, onun sesi çoktan beri kulağında... Dinle, sana ismini söylüyor! Kulak ver, buldun mu o sesin âhengini? Hiç kaçırma! Bu duygunun üzerinde ısrar et! Tekâmül... Ve işte konuşmağa başladın. Onunla konuşuyorsun! Görüyor, dokunuyor ve işitiyorsun! Demek ki, Büyükbaban yaşıyor. Bu kadar açık gördüğün, ellerini avucunda tuttuğun ve sesini beyninde dinlediğin bir vücut var değilse, o halde hiçbir şey var değil.. Bana var olan bir şey göster! Meselâ şu masa... Ben diyorum ki, masa yoktur! Gözünle görüyorsun, değil mi? Gözünle gördüğün şeyin o olduğunu ne biliyorsun? Çünkü elinle de dokunuyor, vurduğun zaman sesini kulağınla da duyuyorsun! Beş duygunla birden onun varlığını kaydediyorsun. Halbuki tutmak ayrı, görmek ayrı... Tuttuğun şeyi nasıl görebilirsin? Duymak ayrı, tutmak ayrı... Duyduğun şeyi nasıl tutabilirsin?
Bütün bu anlayış vâsıtaları, birbirini kontrol etmek hakkına mâlik değil... Hepsi kendi cinslerinden bir vâsıtayla ayrı ayrı kontrole muhtaç... Beş duygumuzun müşterek ve tek bir duygu halinde, bir varlığın künhüne yalnızca varabilen bir altıncısı nerede?
Farzet ki, gözün kör, kulağın sağır, uzviyetin de, donmuş bir parmak gibi dokunduğu yerin temasını hissetmeyecek kadar uyuşuk... Şimdi senin için dünya boşluk gibi bir şeydir. Fezanın ta kendisidir. Yere basmıyorsun, çünkü ayakların duymuyor. Gözün görmüyor ve kulağın işitmiyor. Havada yürür gibi yürü! Önüne bir duvar geldi. Çarp!... Ne malûm çarptığın? Çarptığını duymayacaksın ki, duvar yoluna engel olabilsin. Sen kendini yürür farzettikten sonra yürümediğini sana kim ispat edecek? Yere düştün! Ne malûm? Sen kendini, yerde yattığın halde bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra... Hissediyor musun? Bak, bir kaç duygunun iptaliyle kâinat ne hale giriyor? Fizik varlıklar nasıl hacimsiz bir satha ve sonra satıhsız bir fezaya doğru gidiyor? Hani bunların hepsi vardı? Birkaç hissimiz iptâl edilir edilmez nereye gittiler? O hâlde yok, değil mi, hiçbir şey yok... İster öyle diyelim, ister herşey var diyelim. Herhalde herşey var diyelim. Gözümüzün görmeyeceği ve kulağımızın duymayacağı şekilsiz vücutlar ve vücutsuz şekiller var... Bilhassa ölüler ve mâzi var... Hassasiyetimiz bir kere tabiînin üstüne çıkınca bizim için yepyeni bir âlem başlayacaktır. Girelim o âleme! Orada kaçırılmış bütün ânlarımızı, mazimizi ve ölülerimizi bulacağız. Sağır bir odaya kapandığımız zaman dışarıda uğuldayan şehirden ne kadar eminsek, ölülerimize de o kadar inanalım! İçinden bir kere geçip, bir daha görmediğimiz bir sokakla, bir ölünün farkı ne? O sokağı görmediğimiz ve bir daha görmeyeceğimiz halde yerinde sanıyoruz da, ölülerimizi, belki göreceğimiz halde yok biliyoruz. Bir inanış farkı...
Ölüler yaşıyor, ânlar yaşıyor; bütün hisler, fikirler, heyecanlar fezada, aklın gidemeyeceği kadar uzak ve başka bir iklimde ve muallâkta, dumandan buz haline geçmiş billûr ve sivri kayalıklar şeklinde yaşıyor, herşey yaşıyor..."


Necip Fazıl Kısakürek

Acıları Unutmak

Bir doğruya temas edemediğimiz de veya bir doğru bulamadığımız da ya da doğru bir insana rastlamadığımız da neden herkesin böyle olacağını düşünürüz. Bir kaç kişiye bakarak geneli yargılamamız ne kadar doğru geliyor kulaklarınıza. Bir kaç hata ve bir kaç yanlıştan sonra kendi kendimize kurguladığımız bu zihinsel düşünceyi nereye kadar sürdürmeyi düşünüyoruz. 
Doğru bir insana rastladığımızda nasıl ki herkesin doğru olduğunu  söyleyemiyorsak, yanlış bir insana rastladığımızda da herkesin yanlış olacağını söyleyemeyiz. İnsanları anlamaya çalışmak yerine önce ön yargılarımızı öne sürmemizin sebebini anlayabiliyor musunuz? Yaşadığımız ve geçmişte kalan hatıraları sanki yeni yaşanmış gibi hissetmemizin sebepleri neler?


Zihnimizde oluşan acı hatıralar ister istemez bir karar verirken bir paket gibi karşımıza çıkıyor ve dur sakın bir yanlış daha yapıp kendini üzme diye bizi uyarıyor. Oysa bu uyarı sadece zihnimizde oluşan ve kurguladığımız o acı hatıraların sürekli tekrar edeceği hissine varmamızdan kaynaklanıyor. Aslında bir daha aynı üzücü olayı yaşamamak için kaçtığımız yolların bize ne kadar zarar verdiğinin farkında değiliz.  Aslında bu olayların zihnimizde saklı kalması bizi bu davranışlara itiyor. 
Yaşadığımız en basit hatıralar ise aşk acıları ve aşk kalıntılarıdır. Zihnimizde yer edinen ve uzun bir zaman geçmesine rağmen unutamadığımız aşk acıları ister istemez bizi o konu hakkında olumsuz düşüncelere sevk ediyor. Aşk acısı yaşamış bir çok insandan şunları duyarsınız. '' bir daha asla kimseye kendimi kaptırmayacağım'', ''aşk, maşk hikaye hepsi yalan'', ya da çok sık duyduğum ve duyduğumuz erkeksiniz işte hepiniz aynısınız'' sözlerinin temelinde yatan şeyin aslında yaşanmış acı aşk hatıraların anımsanması ve tekrar hatırlanmasından kaynaklanıyor.
Peki bu aşk acıları ve hatıralar zihnimizden silinir mi ? bu soruyu cevaplayarak yazımızı burda bitirelim.

*Yaşanılan ve öğrenilen her şey, beynin ana belleklerinde kayıt altına alınır. İlk öğrenilenler en altta en son kayıtlananlar da en üstte olmak üzere hafıza katmanları oluşur. En son hafıza kayıtlarına giren bilgiler en iyi, en eskiler ise en zor hatırlanır. Böylece geçmişte yaşananlar yıllar geçtikte hafıza katmanları arasında kaybolur ve gittikçe silikleşir. Bu fizyolojik durum nedeniyle geçmişte yaşanan acı ve üzücü bellek kayıtları zamanla tazeliğini kaybeder ve eskisi gibi acı vermez olur. Alzheimer ve diğer demanslarda ise tablo tersine işler. Burada yeni kayıtlar unutulurken, eski hatıralar daha netleşir. Bu durum aileleri genelde yanıltır ve hastaların daha geç doktora götürülmesine neden olur. çünkü örneğin 30 sene öncesini herkesten daha iyi ve net hatırlayan kişinin yakın hafıza kaybı üzerinde pek durulmaz ve hatta tam tersi hafızası çok güçlü şeklinde tasvir edilir.

Evet, acı hatıra kayıtlarını, bilgisayarlarda ki gibi, silme tuşuna basarak tamamen silmek mümkün olmasa da acı hatırların etkisini azaltan çeşitli yöntemler vardır. Günümüzde acı ve üzücü hatıraların etkisini yok etmek ya da azaltmak veya bilinç altını temizlemek için hipnoz, EFT, NLP, meditasyon, kuantum olumlama, TMS ve EMDR terapi teknikleri gibi bir çok metod vardır. Bunların içerisinde beynin ön bölgesindeki sosyal hafızayı resetleyen ve daha somut bir tedavi gibi duran TMS seanslarının daha etkili olduğunu söyleyebiliriz.”
*(http://www.reemnp.com/istenmeyen-hatiralari-silmek-mumkun-mu)

Ahmet Culum

2 Temmuz 2014 Çarşamba

İlk Duyuşta Aşk

‘İlk görüşte aşka inanır mısınız?’ diye çok sık karşılaştığımız, ya da birilerinden duyduğumuz bir soru var. Evet ya da hayır diye cevap verenlerimiz vardır içimizde şuan. Ben ilk görüşte aşka inanırım ama ilk bakışta aşk yoktur. Bakmak ve görmek…
Şems-i Tebrizinin ifade ettiği gibi; herkes bakar ama herkes göremez İlk bakışta aşk nedir biliyor musunuz? Kalbin boştur, bir heyecan arıyorsundur, biraz da nefsaniyet meftelidir kalbinin hülyaları, bir bakarsın; ‘’çok hoş çocuk dersin, baktıkça bakasım var dersin ya da güzel kızmış be’’ gibi sözlerle sadece dış görünüşüne dikkat çektiğimizi ifade ederiz ama dikkat edin sadece dış görünüş! Dinimizde ikinci bakıştan hesaba çekileceğiz dostlar. Bunlar perdelerin arkasında kalıyor belki. Şu an zihinlerimizde öyle ama. 


Görmek nedir peki? Mesela bir sene iki sene ya da bir müddet birlikte aynı ortamdasınızdır ya da bir yerlerde karşılaşırsınız ama onun farkında değilsinizdir, dikkatinizi çekmez, kendinizi beğendirmek için çabalara girmezsiniz sonra birden bir rüzgar eser kalbinizde, bir hareketi belki de her gün duyduğunuz bir sözündeki mana, ya da sizin kıymetlilerinize dokunan bir duruş bir anda sizi aşık edebilir. Ya sen nereden çıktın, sen nerelerdeydin, ben neredeyim, ben nasıl fark etmedim … işte benim literatürümde ilk görüşte aşk budur. İlk farkına vardığınız anda ilk gördüğünüz anda onu sizin sevginizi farklı kıldığı, herkesle birlikteyken göremediğinizi gördüğünüz andaki aşktır. Ve bence en kıymetlisi, en dokunulmazı, en narini de budur..


Zeynep Kekillioğlu

26 Haziran 2014 Perşembe

Demir Kütleler Senfonisi

jet bir iki üç
Aç karnına pipo içtim. iş olsun diye tıraş oldum. Öğleyin baba Seit geldi, gitti helva ekmekle bir paket sigara getirdi. Yemekten sonra üst üste iki sigara içtim. Çok zevkli oldu. Sonra Adilin mektubunu bir daha okudum. Bir cevap yazdım ama deftere. Buluşunca -kimbilir belki hiç buluşmayacağız- beraber okuruz diye.
-Döşemeye sırt üstü yatınca kolumu başının altına koydum. Üçüncü sigarayı o zaman yaktım. "İstanbul mu"diyor Adil. "İstanbul senin havana bağlı, bir okka muşmula. göz açıp kapayıncaya kadar. Akşam Emirgandaydık. Denize karşı saz çalıp oyanadık. Hayrı oynamadı. Hiç görmüş-müy-müşük onun oynadığını. Hergele Mebuluğa adaylığını koyacak herhalde. Ben halay çektim. İyi halaya çektim. -Sonrada binmetre aşağımda deniz, önüm uçurum, yeşil uçurum. Kayaların başlarinda çamlar. Ta derinden denizin hışırtısı. Martılar ayaklarımın altında kaynaşan beyaz leke.

Aşağıda ses oyuncakları yanklar, arkam orman -Bu Sait Faik'in adası. Bir gittim, bir daha gittim, yine gideceğim, sen gelirsen beraber de gideriz. Ulan A. Cahit, şu şeyi bana dört başı mamur anlatsana aslanım. Ulan Cahit be, tuh be, yeni aşkından alenen bahsetmen için teklif mi bekliyorsun. Prensip meselesimi. Keşke burada olsaydın." Attım Adilin mektubunu kapıdan yana. Kendi kendime Mut'u düşündüm. eşekti canım bizim sevdiğimiz Adille dedim. Duvara karşı. Haza eşekti. İnsan karnı doyunca böyle oluyor zahir. Mut değersizdi ama iyiydi. Dünya iyi be. Her ne kadar gökyüzünde işliyen uçaklar iptida ise de Dünya iyi..
demir kütle - senfoni 1 -
Tam uçak lafı ile beynimin derisine binlerce jet sokulup karıncalanmaya başladı kafam. Elimi yana bıraktım. Parmaklarımın arasından sigara kaydı. Gözlerimin duvarda bir noktaya takılıp kaldılar. Orada ihtimal bir resim vardı. Bakışımı kolumu, yada bir tek parmağımı oynatabilmek elimden gelmiyorda böyle buz kesilmiş duruyorsam, demirden kütlelerle gökyüzünde dolaşmayı düşüneceğimk, gökyüzünde olamamanın acısını duyacağım demekti, ayrıca kriz demekti bu tehlikeydi. Sonunda sarsılmalar içinde doğrultacak, belirsiz korkular yüzünden, gözle görülmiyen böcekler yüzünden titriyecek, hırsla ağlıyacaktım. Bunu iyi biliyordum önceden bilmesine, ne varki kımıldamak, kalkıp sokağa, insan oğluna, yaşamının dış tarafına kendimi atabilmek için ufacık bir hareket yapmam gerekirdi. Parmağım oyanasa yapabilirdim bunu. Hiçbir şeyim, kılım bile oynamadı. Sırtüstü külçe gibi kaldım. İçimden siniklerim oynamaya başladı. SÂR'a.
duvarlar kadar sükûti elektronik beyinler kadar işlek
Muhayyel bir gökyüzünde yada odanın bilinmeyen noktalarında atom harmanı binlerce demir kütle. Objektifi yukarıya kaldırıp gökyüzünün 36 poz resmini alıp bunu insanoğlusunun enayi krallıllarıyla eşitlemek, yada içinde ihtilâl yada buhran, cinnet olmayan beyinlere şişeye tapa basar gibi dinamitler sokmak ve ateşlemek.. galiba bunu istiyorum. İşte, beynimin sinir düğümlerinde, beyin akreplerim böyle baş kaldırıyorlar.
Yüzlerce demir kütleleri gökyüzünde iki kat arasında dolaştırıyorken "uçmanın anlamına varmak için aşkı değerlendirmek şarttır" diyen kral Adile ben yapmalıyım. (...Ama sana inek derken bir pislik yoktu içimde.) YOKTU (Sadece alicenap demyi unuttum okadar) UNUTTUM (evet dostum sen alicenap bir ineksin) ÖYLEYİMDİR (Peki ama ben neyim?) BİLMEM (ne dersen de ulan hiç kızmayacağım?) KIZMIYACAKSIN (Şimdi ne düşünüyorum biliyormusun?) BİLİYOR MUYUM (ben hangi kafaya uydumda seni üzdüm) ÜZDÜN (fakat bildiğim bir şey var) VAR (Ciğersiz bir kaltağın sebebine senin gibi bir dosttan oluyordum az daha) OLUYORDUN (Uğrama bir daha b ukente, başkente) UĞRAMAM (Gelsem bile içinde tecssül olmasın) OLMASIN (İnsanın iç dünyası nisbeten daha iyi) DAHA İYİ (Kim ne derse desin insan kardeşlerinin yoluna) AZ MI (Biri Aleys değil mi şimdi) ALEYS (İçimden gidip bulmak geliyor onu) ONU (Ama nesöylerim kendisine?) NE SÖYLERSİN (Ne söylememki?) Kİ (Önce sen alicenap bir aptalsın derim herhalde) DE (Gerisi çorap söküğü gibi gelir) OF GELSİN (Biliyorum bunları duyunca eteklerinin tutuşacağını) ÖYLE (Aman diyeceksin, haltetme) HALTETME (etmem) ETME (Ama şunu bil A. Cahit Z. Senin Aleysinin benim Turnam'dan, benim Turnamın Erdoğan Çokdurunun Topal Zeynosundah farkı yok) YOK. Ama var vaaarr...
Gökte iki kanad arasında, alev alev, taze mem uçlarına gidiyorken demir kütlenin kusmuğuna, Aleysinin göz bebeklerine başkente bir adam gömülmek üzereyken, muhalif aşk solukları nirengi noktası almış üzerime doğru, bana doğru çıldırasıya geliyor. Gelsin bakalım.
umutsuz
Duvardaki resim soyunmuş kadın, anladım. Göz bebeklerim oynadı, duvarda gezindi, pencereden dışarı bakmıya başladım. Kalkınca az sarsıldım, titremedim. Giyindim dışarı çıktım. İçimden hırsla ağlamak geldi. İnsanların içinde yapamadım. Onlar bir sürü adamlardı, ben de başka bir adam değildim. Hep onlar gibiydim. Karanlıktı ama, bu onlar gibi olmamı önlemiyordu. Nasıl oluyorda, daha biraz önce odanın belirsiz noktalarındaki böceklerden beyni elektroniklenmiş ayrılmışken ben başka olmuyordum. Sustum Gökyüzüne bir baktım da damar damar işlenmiş sema etrafta başkalık yoktu. Sevişecekmiş gibi bir sema vardı bir ben. Ben de başka bir adam değildim. Sustum ve kristal vazolar satan bir dükkanda abtal abtal bakınan bir su aygırı düşündüm. Yaşamamın beni, benim Tanrıyı anlamam kadar...
finiş yada BEN BUYUM 


Yorgundum, öyleki batıparka doğru yürümeye başladım. Gece albildgine, uykuyu bir asır geciktirecek kadar güzeldi. Maraş karanlık kentinin tek kayda değer tarafı. Ama, ya öbür gecelerin, Luna Parkların demir kütlelerin olduğu, Eyfelin olduğu kent, başkent. "gelme bir dah bu kente" of kıyma bana. Kolay mı ataman. Dostum bak benim göz bebeklerimin rengine, kolay mı. Ben eski A. Cahit, o renkli, koyu A. Cahit z'yim hep. ama hep.
Sen ben, Eyfel - tuhbe ismini bile ağzıma almıyacaktım - hep aynıyız. Kişioğlundan, bütün hata ve sevaplarına rağmen rahatsız olmamak, ona aldırmamak, bütün insan kardeşliğimize. İnsanlığın bilinmeyen bir metresten piçi olmak kişi olmak, bütün kuralların saçma sınırlarına girip kişi olmak. Bu benim ahlâkıma, havailiğime, derbederliğime exsistansialistiğime -bazıları böyle derde- aykırı. Ben tam Batıparkta, Mut'un geriye kalmış taş yapısı saltanatının önünde, bin kere daha üst üste anlıyorum: Ben ufak heyecanlarını yada kuruntularını devlet yapıp onun sönürgesi olan, kızan, -bağıran, kızınca kutsal kuralları, kutsal varlıkları, herşeyi depip  dilediğini yapan öfkeli bir adamım. Of iyi oldu bunu söyledim. Galiba iyi oldum. - Batıparktan içeri girdim.
eyfel - senfoni 2 -
Batıparkta oturdum. Baba Said olsa simid alır yerdim. Üstüne sigara içerdim, zevkli olurdu. Sırtüstü çimenlere yattım. Adil olsa aynı şeyi yapardı. Rasim, Ali, Alaeddin, İhsan, Şeref olsa edebiyattan, aşktan konuşurduk. Memet olsa yıldızları görünce astronomiden söz açardı. Sümer, Ahmet Yaşar, krallığı tutar, kalk gidelim uykum geldi derdi. Halbuki gece, gökyüzü, insanın uykusunu bir asır geciktirecek kırattaydı. - Sigara paketini çıkardım. (ORKİDE'm, Martıcıklar aşkına bana gel, aşkı günahlıyalım)
2 3 yavru gelse bir yavru daha gelecek. Karanlıkta gözlerinin içine bakacağım yada bakıyorum. Bir masaya dut ağacının, yıldızların altına oturuyor. Güzel yavru iyi yavru. Gülüşünü, yürümesini, bakışını seviyorum. Ağzının iki ucunda, gülüverecekmiş gibi iki pembe çizgi çok hoşuma gidiyor. Ah ben bunu birine daha anlattım. Hemiyi anlattım. Söyle Orhan abi. ya sen Ataman, söyleseniz ya. Ama siz uzağımda karanlıkta durur, bana çıplak gözlerinizi çevirirsiniz. Ben akılcı enayi krallar için önemli birkişi olmaya devam edeceğim, halbuki masada kırmızı ceketli yavruyla, bu kötü, bu karanlık tentte bakma oyuncaklar ile oyalanmak... normal kişi olmaktan çıkmak, hep bu aklımda. Kişi olamaktan çıkmak, çıkmak, çıkmak. Kafam atıyor. Uzak olmak, bakmalarda kalmak, erişemeymek, yavruya, kitaba, dudağa, kalbe, müziğe, resime, güzele, sanata, dünyaya, kainata. Tek kelimeyle mi. Eyfele Eyfele. Her gece Eyfel üzerime geliyor. üzerime bin mil hızla Eyfel, Of Eyfel eyfel güzel kız. - Batıparktan kaçtım.



Cahit Zarifoğlu

2 Haziran 2014 Pazartesi

Aşk Üzerine Denemeler - 1

Elbette ki herkes aşkın varlığını merak ediyor. Öğrenmeye ve yaşamaya çalışıyor. Aşk hakkında fikir edinmek için elbette bir çok olanak var. Aşktan bahseden yayımlanmış milyonlarca kitap var. Bunlardan birini veya bir çoğunu alıp okuyarak aşk hakkında fikir edinebilirsiniz. Fakat hakiki aşkı arıyorsak ve yaşamak istiyorsak o yoldan daha evvel yürümüş insanlara bakmak ve onların sesine kulak vermek gerek. Belki böylece aşkın hakiki boyutuna varabiliriz.

Bu yüzden aşktan bahsetmeye başladığımıza göre elimizden geldiğince bizde yaşanmışlıklardan yola çıkarak bu yolu, bu uzun ve meşakketli yolculuğu hepinizin bildiğini tahmin ettiğim Leyla ile Mecnun’un hikayesinden başlayarak anlatalım. Hani aşkı yüzünden deli, divane (Mecnun) olan Kays’ın hikayesi. Hepimizin bildiği bu hikayenin özellikle şu kısmı aklımızda yer edinmiştir. Kays’ın Leyla’ya olan sevgisi ve bağlılığı yüzünden deli, divane gezdiğini görenler onun haline acıyıp ona ‘’Sen bu kız uğrunda deli, divane oldun ama bu kız o kadar da güzel bir kız değil ki’’ demişlerdi. Mecnun ise onlara dönüp: ‘’Siz bir de onu benim gözümden görün’’ diye cevap vermişti. İşte buradan da anlıyoruz ki aşık’ın maşuk’a olan bakış açısı çok farklıdır o herkesin gözünden görmez. O herkesten farklı bakar. Bu yüzdendir ki aşkın başlangıcı ‘’görme’’dir. Hani dilimizde çok tabir edilen ‘’ilk görüşte aşık oldum’’ ifadesinin kaynağı bir nevi bu görme işlevinden kaynaklanır. İskender Pala’nın bu konuda ki şu cümleleri çok manidardır. ‘’Aşkın başlangıcı ‘’görme’’, sonucu ‘’bakma’’ dır. İlk görüş anında başlayan ilginin sırasıyla sevgiye, bağlılığa, kalbin erimesine, tutkuya, özleme ve nihayet aşka dönüşmesinin bir tek gayesi vardır; sevilenin yüzüne bakabilmek, o ilk görüş anının lezzetini ve hazzını derece derece artırarak kemale erdirebilmek’’der. 
Buradan da anlıyoruz ki aşkın en temeli görme eylemidir. Daha sonra derece derece artırarak bakmaya dönüşecek bu eylem aşık’ın maşuk’a olan bağlılığını artıracak ve zamanla itaate dönüşecektir. Bu dereceden sonra artık aşık benlik iddiasında vazgeçip, kendini maşukuna adayacaktır. Artık onunla görüp, onunla yaşamaya başlayacaktır. Aslında bu bağlılık ve itaatin sebebi görme eyleminin temelinin sağlam olmasından kaynaklanmaktadır. Bu görme eyleminin temeli ise Kalu Bela’ya dayanmaktadır. Yani hakiki manada aşkın ne başlangıcı ne de eriştiği seviye bu dünyaya ait değildir. Dünyadaki bu mecazi aşk, hakiki aşkın sadece tadımlık bir versiyonudur. Bu yüzdendir ki insanın kısıtlı dünya algısına sıkışıp kalmış bir aşk tecellisi vardır. Ve burada tadılan aşk, o hakiki aşkın bir görüntüsü, bir yansımasıdır. Bu sebepledir ki aşık’ın görmesi ile bakması hakiki maşuk’un bütün kainatta olan izleri ve belirtileridir.
Bu yazıyı Fuzuli üstadında şu nefis gazeli ile sonlandıralım.
Temâşa-yı cemâlünden nazar ehlini men etme
Ne sûd ol hûb yüzden kim ana kılmaz nazar aşık

(Ey sevgili! Sana bakma arzusuyla yanıp tutuşanları yüzünün güzelliğine bakmaktan mahrum etme. Âşıkın bakmadığı güzel yüzden ne yarar gelir, öyle bir güzel neye yarar!...?)

Not: Bu konu hakkında yazılarımız devam edecek….

Ahmet Culum


Read more at http://filozofundefteri.blogspot.com/2014/05/ask-uzerine-denemeler-1.html#DpwDlCc2PqvVvvYS.99

25 Mayıs 2014 Pazar

Düşünüyorum da Bazen

Bazen satırlar bile anlatamıyor insanı. Korkular bir kara bulut gibi çökerken üstüne insanın, anlatmak ya da bir şeylere bir anlam yüklemek zorlaşıyor. Yaşadığın her anda bir düşünceden öbürüne savrularak bir yerde duramamak yoruyor insanı. Bütün istediklerimizi bir kenara koyup istemediklerimizle yan yana sırt sırta duruyoruz. Düşündüklerimizi asla anlatamıyoruz. Kelimeler boğazına düğümleniyor insanın. Sıkıldığımız, yorulduğumuz, bıktığımız anlar oluyor, anlam veremiyoruz. Kimi zaman bir huzursuzluk kaplıyor içimizi ama o sıkıntının, huzursuzluğun sebebini bir türlü bulamıyoruz. Olduğumuz yerden sağa dönüyoruz, sola dönüyoruz fakat hep aynı huzursuzluk dört bir taraftan sarıyor bizi. Hayatın en zor aşamalarında bile ayakta kalmaya çalışıyoruz.



Bir yandan kazandıklarımıza sevinirken diğer yandan kaybettiklerimiz için üzülüyoruz. Aslında hep kazanmak, hep bir şeylere sahip olmak istiyoruz. En güzelini hep kendimiz için istiyoruz. Huzurluğumuzun sebebini kendi kendimize sormak yerine başkalarının huzursuzluğunda huzur bulmaya kalkışıyoruz. Sonra da başımıza gelen sıkıntılara bir anlam yüklemeye çalışıyoruz. Bir başkasının düşüncesini dinlemek, önemsemek yerine her söylediğimizin doğru olduğuna kendimizi inandırıp ona göre yaşıyoruz. Bazen çok yüksek tepelerden bakıyoruz hayata, insanlara. Sanki Kaf dağının üstündeymişiz gibi bizden başka her şeyi küçük görüyoruz ya da küçümsüyoruz. Bir başkasına asla kendimizi teslim etmiyoruz. Çünkü kendimize güvendiğimiz kadar başkasına güvenemiyoruz. Aslında hiçbir şeyi bilmiyoruz bu yüzden bildiklerimiz hep bilmediklerimizden ağır basıyor. Bu satırları yazarken bile bir şey bildiğime kanaat getirerek yazıyorum. Hep düşünüyorum aslında bilmiyorum; acaba bildiklerimizi bilmeseydik, bir bilenin olduğunu bilebilir miydik? Kafamda yine deli sorular…

Read more at http://filozofundefteri.blogspot.com/2014/05/ghgh.html#737scrM6ZlhP6eqZ.99

20 Mayıs 2014 Salı

Seni İstiyorum

Durgun deliyim bu aralar. Önce deli gibi haykırmak, sesim kısılana kadar çığlık atmak istiyorum, sonra sessizce ağlamak. Kimseler görmeden ruhumun derinliklerine inip oralarda yalnız kalmak ve kendimi sorgulamak istiyorum. Hayatımı süzmek istiyorum, posasını atıp, kalan özümle tekrar bir ben yaşamak istiyorum. Biraz kendimin farkına varmak istiyorum, heyecanı son safhasında yaşamak istiyorum.

Mutluluğu, acıyı, aşkı, nefreti, hasreti, utangaçlığı tadında ve hissederek yaşamak istiyorum. Dönüp bakmak istiyorum kendime. Aynasız, yansımasız, sadece ben; hatalarımı, sevinçlerimi, kırdıklarımı ve kırgınlıklarımı tekrar hissetmek istiyorum. Pişmanlıklarımı tek kalemde silmek istiyorum. Keşkeleri lügatimden çıkarmak istiyorum. Gözyaşlarımı bir cam ibrikte biriktirip umutlarımı sulamak istiyorum. Karanlıklarımı toplayıp mum ateşinde yakıp yolumu aydınlatmak istiyorum. Dualarımın şiddetinden engellerim yıkılsın istiyorum. Küçükken ettiğim dualar gibi Allah’ım elimden tut yürüt beni diyorum ve bunu o minik kalbimle istediğimden çok daha fazla istiyorum. Masal âlemindeki puslu, loş ışıklı, dar koridordan; aydınlık, ferah, upuzun bir gerçeğe çıkmak istiyorum ve elimden tutan yarenler istiyorum yoldaşlar, duama eşlik eden dostlar istiyorum. İnandığımı yaşamak ve yaşadığımla yükselmek istiyorum. Bir sevgi, bir muhabbet istiyorum. Kalbimi saracak ve beni maşukuma taşıyacak bir gemi ve bu gemide ufukları aydınlatacak bir rehber istiyorum. Dualarla ayaktayım, yaşıyorum. Elhamdülillah hissediyorum. Seni istiyorum Rabbim seni istiyorum…

Zeynep Kekillioğlu