Dostoyevski der ki, "Her insan herkes
karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz, gün geçtikçe doğruluk
kazanıyor. Millet topluluğu insan topluluğuna biraz daha katıldıkça, her insan
millet topluluğunda biraz daha kaynaştıkça, her birimiz gittikçe daha geniş
ölçüde sorumlu oluyoruz. Nazi rejimine karşı koymamış her Almanı bu rejimden
sorumlu saydık. İster bizde, ister başka memlekette olsun, ırksal ya da
ekonomik bir baskı oldu mu, bunu açığa vurmayanların her birini sorumlu
tutuyoruz. Milletler arasında gidip gelme ve haberleşmelerin bu kadar kolay
olduğu bir çağda, dünyanın herhangi bir yerinde bir haksızlık işlenmişse,
hepimiz bu haksızlığın sorumluluğunu taşımaya başlarız.
Amerikalıların bu kadar sevdiği One World (tek
bir dünya) bir çok anlamlar taşır. Ama bunlardan biri, dünyada olup bitenlerden
herkesin sorumlu olduğu anlamıdır.
Öyle sanıyorum ki; bu söylediklerimde
hepimiz aynı kanıdayız: Ama, dünyada olup bitenden bir kunduracı ya da bir
hekimin sorumlu olması, elbette bir kunduracı ya da bir hekim olarak sorumlu
olması demek değildir.
Kunduracının kunduracı olarak sorumluluğu
sınırlıdır. O da, iyi kunduralar yapmak. Hekim bir yandan işini yaparken, bir
yandan bir mahallenin, sağlık kurallarına uymayan bir fabrikanın durumuna karşı
var gücüyle savaşabilir. Ama, hekim olarak, elbette şu veya bu baskıdan,
sözgelimi, Yahudi düşmanlığından sorumlu değildir.
Doğrudur ama, bir uzman, uzman olarak,
herkes önünde gerçekten sorumlu değilse, yazar adı verilen bir takım uzmanların
sorumluluğu ne olacak? İnsan olarak bütün sorumlulukları sanatlarını kapsar mı,
yoksa, yazarın sorumluluğu yalnız işi ile mi, yani yazma sanatının belli
sorunlarıyla mı sınırlıdır?
İşte, bu konu üzerinde konuşacağız.
Karışmaları önlemek için, yalnız düz yazı üzerinde duracağız.
Çünkü, kelimeler iki türlü ele alınır:
Birinde kelimeler beylik işaretler olarak kullanılır, kelimeden anlattığı şeye
atlanır ve kelimeler bir takım anlamlar ve düşünceler kurmak için bir araya
getirilir.
Ötekinde ise, kelimeler, tıpkı birer
nesneymiş gibi, ağaçmış, kuşmuş gibi düşünülür. Bu durumda kelime, anlamından
ayrılmaz, anlam ona bir can gibi işler; o zaman, kelimeler, düşünceler kurmak
için bir araya getirilmez, aralarında çok başka bağlantılar kurulur; tabii diyebileceğimiz
bağlantılar.
Bir başka deyimle, iki tutum var: Düzyazı ve şiir. Kelimeleri bir şeyi
adlandırmak için kullanan yazardan istenecek şeyi, onları bir başka türlü
kullanan kimseden (yani, bir araya geldikleri zaman tuval üzerindeki renkler
gibi, yeni etkiler yaratan nesneler gibi kullanan) isteyemeyiz.
Onun için, bir ozanı insanlık sorumluluklarını bir ozan olarak üstlenmedi diye
kınayamayız. "Ben ozanım sadece," demesini kınayabiliriz, yani, insan
olarak sorumluluklarını bilmemesini. Ama, ozan olarak toplumsal bir savaşa ya
da kuruluşa katıldı diye kınayamayız.
Biz düzyazı sanatı alanında kalacağız. Almanya'da Nazi baskısı varken, yazar
olsun olmasın, bütün Nazi düşmanı Almanlara, hayır demek, kötülemek, karşı
koymak ödevi düşüyordu. Ama, yazarlık işlerini görmeleri ellerinde olmadığı
için başka türlü hayır diyor, kötülüyorlardı. Gizli dernekleri ve eylemleri
olabilirdi. Örneğin, profesör iseler, bir Yahudi profesör üniversiteden
kovulunca, üniversiteden ya da dekanlıktan ayrılabilirlerdi. Şöyle bir insan
düşünülebilir:bir gizli derneğe bağlıdır; bu alanda varlığını haklı gösterecek
bir şekilde hayatını tehlikeye atarken, öte yandan, vakit bulunca, hiçbir
politik anlam taşımayan eserler yazmıştır.
Bunun tersine olarak, işgal sırasında bir çok yazar gizli dergilere katıldı ve
sadece bu çalışma ile yetinen yazarlarda, doğrudan doğruya savaşa katılanlar karşısında
bir aşağılık duygusu vardı her zaman: Sanki, edebiyat planında karşı koymak
yetmiyormuş, bu sadece bir "edebiyatmış" gibi.
İki edebiyat arasında bir salıntı var sanki: bu anlayışlardan birine göre,
edebiyat, insanlığın durumuna sıkı sıkıya bağlı bir şeydir, böyle olunca da,
insanların bütün sorumluluklarını içine alır ötekine göre, halk arasında
söylendiği gibi, edebiyat yapmak, yani konuşmak için konuşmaktır. Böylece
edebiyatın ne olduğu pek iyi bilinmediği için, yazarlar arasında bile geçer
akçe olan bir düşünceye göre, yazar sorumsuzdur. Bu düşünceye göre bir şeyi
adlandırmak, ona dokunup geçmektir.
İşte masanın üstünde bir bardak. Bu bir bardaktır, diyorum. Adını söylüyorum
size. İlk bakışta bize öyle gelir ki, benim bu adlandırmam bardağın hiç
umurunda değildir. Ona verdiğim ad değiştirmez onu, neyse yine odur, benim
sesimin soluğu onun durumunda hiçbir değişiklik yapmamıştır. Böylece, konuşmak,
nesneleri, dünyayı değiştirmediğine, kelimeleri yan yana getirmek durumları
bozmadığına göre, yazar sorumsuzca konuşabilir. Madem, edebiyat sözle bardağı
değiştiremiyor, yapacak bir iş kalıyor: O da, kelimelerle bardağı kopya etmeye
çalışmak, gerçekçi ressamın renkleri kopya ettiği gibi. Bu da ne olacak:
Bardağın bendeki türlü izlenimlerini anlatmak. Böylece, konuşmak, işin ve
gerçeğin kıyısında, gerçeği değiştirmeden yansıtan bir anlamlar dünyası kurmak
olmuyor mu? Edebiyat da, tıpkı bilinç gibi bir gölge-olay sayılmış oluyor.
Bu görüş kötü bir aldanmaya dayanıyor. Bunu kötülüğünü ortaya koyabiliriz. Ama
daha önce, sözle yazının, bir yazarın bilinçli veya bilinçsiz, açık veya kapalı
amaç ve ereklerini bilmeliyiz. Biz de, ilkin onu inceleyeceğiz.
Düzyazı bir düşünce davranışıdır. Düzyazıda bakış, kelimenin arasından geçip
anlatılan nesneye doğru ilerler. Kelime, bir düşünce taşıtıdır sadece.
Görevimizi yaptı mı onu unuturuz.
Her birimiz, Descartes'ın, örneğin, cogito üzerindeki kuramını açıklayabiliriz,
bunu yaparken kullanacağımız kelimeler Descartes'ın düşüncelerini tam olarak verdiği
halde, Descartes'ın kullanmadığı kelimeler de olabilir: kullanacağımız
kelimeler düşüncenin hizmetine girmiş kelimeler olacaktır.
Denilebilir ki, her düşünce değişik, ama eş değerli birçok biçimlerle
anlatılabilir. Demek oluyor ki, "konuşma" bir düşünce veya nesneyi
gösterir, bir başka deyimle, yüzlerinden örtüyü kaldırır. Konuşma, insanın örtü
kaldırma, açığa vurma işidir. Kendim için de, başkaları için de, kelime, bir
nesneyi karanlıktan çıkarır, onu bizim hayatımıza mâl eder. Bardak dediğim
zaman, görünüşte bir şey değiştirmiş olmuyorum, doğru. Aslında, bardak dediğim
zaman, aslında onu kendim için de, başkası için de karanlıktan çıkarmış
oluyorum. Onu belki görmemiştiniz ya da toplu bir algı içinde bardak
kaybolmuştu. Bundan ötürü, ben bardak der demez, bu sözümle, ne kadar küçükten
de olsa, dünyanız değişmiş oluyor. O anda sizin için, biraz önce yok olan bir
şey var oluyor. Adını söylememle birlikte, bardak, dünyanıza atılıyor ve şimdi
onunla bir alışverişe girmiş oluyorsunuz.
Bir tek söz (bir telefon numarası, bir adres ya da bir insan adı) elde etmek
için insana edilen işkenceleri düşünürseniz, bir şeyi adlandırmanın ne kadar
önemli olduğunu, bunun bir şeyi değiştirmek olduğunu görürsünüz.
Önce, bir bilinç, bir kültür, bir insan bilgisi alanında bir nesneyi araçsızken
araçlı bir duruma getirmektir bu. Hepimiz nice işler yaparız ki, bunlardan
sorumlu olmak istemediğimiz için, bilmezlikten geliriz onları.üstünde durmadan
yaparız, örtbas ederiz. Ömrümüz, adını vermek istemediğimiz için örtbas
ettiğimiz işlerle doludur. Bir şeyin sözünü etmemek, onu düşünmeden,
bilincimize mâl etmeden, geri dönüp ne yaptığımızı görmeden yapmaktır. Onu
yaparız ama, yaptığımızı görmezden geliriz.
Bu türlü işlerden birini adlandırmak, onu hemen, yapana mâl edip, "işte
senin yaptığın bu, ne halin varsa gör," demektir. Adlanan şey masumluğunu
kaybeder. Dil, bir bakıma masumlukları ortadan kaldırır ve insanı
sorumlulukları ile karşı karşıya koyar.
"Zenciler eziliyor," demedikçe, zencilerin ezilmesi bir şey demek değildir.
O âna kadar kimse bu durumun farkında değildir, belki zencilerin kendileri
bile. Bir tek kelimedir buna anlam kazandıran.
Komşumun davranışına bir ad koyduğum zaman, ne yaptığını bilir artık, üstelik
bunu benim bildiğimi de bilir. Bu yüzden de bana olan davranışı değişir.
Başkalarının da bildiğini, ya da bileceğini bilir. Ve yaptığı iş öznellikten
çıkıp nesnel bir anlam kazanır.
Düz söylediği ve her şeyin adını verdiği için, edebiyatın yaptığı, araçsız
olmayan, düşünülmeyen belki de bilinmeyen bir şeyi düşünce ve nesnellik
ortamına getirmek demektir.
Konuşurken, bir şeyleri değiştirdiğini bilir insan hiçbir şeyi değiştirmeden
konuşmak mümkün değildir. Bir şey söylemeden konuşursam, o başka. Bir şey söyledim
mi, değiştiriyorum ve değiştirdiğimi biliyorum, demektir. Parma Manastırı
romanındaki şu çok güzel, çok anlamlı cümleyi bilir misiniz? Sanseverina ile
Fabrice arasında anlatılmaz, belli belirsiz bir duygu vardır. Bundan ötürü,
kont Mosca da büyük kaygılar içindedir. İkisini alıp götüren arabaya bakarken,
kont: "Aralarında aşk sözü geçti mi, yandığım gündür," der. Ne
demektir bu? Bir şey adlandırıldı mı, oldu bitti demektir. Yalnız adının
konması yetiyor.
İşte bunun gibi, yazar, istesin istemesin, insanlar arasındaki belli belirsiz
ilişkilere, sevgi, düşmanlık; toplumsal ilişkilere, ezme ya da dayanışma gibi
adlar veren adamdır. İstesin istemesin, diyorum. Çünkü, yazar, bir şeyin sözünü
etmekten kaçınabilir. Ama, susmak da bir sözdür. İnsan bir kez konuşma
dünyasına girdi mi, susma da kelimelerle tanımlanır. Susma bir çeşit kelime
bağıntısıdır ve bir şeyi anlatır. Susmak da bir çeşit konuşmaktır. Dilsizin
sustuğu söylenebilir mi?
Bir yazar, dünyanın şu ya da bu durumu üstüne söz etmedi mi, ona sorabiliriz:
Niçin şundan söz ettin de bundan etmedin? Madem bir şeyler değiştirmek için
konuşuyorsun, -çünkü başka türlü konuşulmaz.- Niçin şunu değil de bunu değiştirmek istiyorsun? Niçin
posta pullarının baskısı değişsin istiyorsun da, Yahudi düşmanı bir
memleketteki baskının değişmesini istemiyorsun? Her zaman şu soruya karşılık
vermesi gerekir: Değiştirmek istediğin nedir? Niçin o değil de bu?
Onun için yazara sormalıyız: Niçin ve ne üstüne konuşmak istiyorsun?
Ama, bunlardan başka yazar, kelimeleri güzel olacağını umduğu bir düzene
sokarak konuşan adamdır. Bunu niçin yapar? Bana kalırsa, bir yazar, Hegel'deki
bilinçlerin birbirini bulması anlamında, başkalarıyla buluşmak için yazar.
Bir şeyi estetik sunuluşu çok yanlış anlaşılmıştır bence. Estetikte her zaman
bir uzaktan sunma, nesneyi seyirciden uzak tutma vardır, burası doğru. Boileau:
"Sanatın aynasında güzelleşmeyen hiçbir canavar yoktur," der. Bu,
demektir ki, sanatçı bir sanat eserinde bir yarayı, bir çirkinliği ya da bir
haksızlığı gösterdiği zaman, seyirciyi, yardım ya da para istemede olduğu gibi,
doğrudan doğruya çiğ duygularla etkilemeyi gözetmez. Bundan ötürü bir nesnenin
estetik sunuluşunun, sadece insanı bağlamayan bir sunuş, yalın bir sunuş olduğu
sanılmıştır. Bu da, yazarın sorumsuzluğu anlamına doğru bir gidişe yol
açmıştır.
Estetik beğeninin ne olduğunu anlamaya çalışırsak, bu sunuşun ne olduğunu da
anlayabiliriz belki. Yazar, yazdığının acı, şaşkınlık ya da korku ile
ciğerinden çıkan bir haykırış gibi değil, düzenli bir yaratışın verisi olarak
bilinmesini ister. Düzenli yaratış ise, iki anlamda özgür bir yaratış demektir;
önce şundan ötürü özgürdür ki, bir şey yaratıyoruz demek, tanımlama gereği, o
şey yaratılmadan bir an önce tam anlamı ile yoktu, demektir. Yaratma olan
yerde, bir an önceki görüşe kıyasla bir yenilik var demektir. Sonra da düzenli
olma anlamında, yani kendi yasalarını kendi yapan bir iş olarak görünür.
Burada özgürlüğün iki anlamı ortaya çıkıyor: Yasaların etkisi altında değil de,
yasaların temsili yoluyla iş görme olanağı ve bağımsızlığı. Bu ikili niteliği
dolayısıyla yazar, bir nesneyi bulur ya da yasalara göre yaratırken özgür bir
yaratışın adamı olmakla, bağımsız bilinmek ister.
Öte yandan, okuyucu, kitap ya da sanat eseri üstünde bir olay yargısı değil,
bir değer yargısı yürütür. Âdettir, bir kitap ya da bir tiyatro eseri üstüne
konuşulurken iş sarpa sardı mı, ev hanımı, konuklarına bunun bir beğeni sorunu
olduğunu söyler. Bu kitabı seviyorum ya da sevmiyorum, demek terbiyesizlik
sayılmaz; çünkü, karides ya da domates seviyorum ya da sevmiyorum demek gibi
bir şeydir bu. Ama, bu kitap güzeldir ya da çirkindir, dediniz mi, iş değişir.
Bu kitap güzeldir, dediniz mi, bu onu güzel bulmayanları suçlu sayıyorum, ya da
içinde bulunduğum toplumun bu kitabı güzel bulmasını istiyorum, demektir. İşte,
kırıcı olan bu istektir. Bir istek, ne türlü olursa olsun, karşımızdakinin özgürlüğünü
önceden kabul etmektir her zaman. Bir insandan ancak elinde olan bir şey
istenebilir. Bir insan özgür değilse, ondan güzellik yarısı isteyemem: Çünkü o
adam, bu yargıda beğenilerinin kölesi olacaktır. Ben kendim de, bu kitap
güzeldir, sözüyle karşımdakinin onu güzel bulmasını isterken, demin dediğim
gibi, kendimi düzenli bir yaratış karşısında, benim özgürlüğüme başvurulmuş
durumda görürüm.
Benim özgürlüğüme niçin başvuruluyor? Çünkü, benden, bu güzeldir, diye genel
bir yargı isteniyor. Benden istenen kendi tekniğim, tutkularım, alışkanlıklarım
alanında duygulanmam değil; birdenbire kendi dışıma çıkmam, genel bir alana
girmemdir. Demek ki, özgür sayıldığım için başvuruluyor bana. İşte estetikte,
bu bakımdan nesneden bir uzaklaşma, güzelle insan arasında bir ara vardır Bu
demek değildir ki, benden haksızlık karşısında öfkelenmem istenmiyor, her şey
benim tarafsızlığıma sunuluyor, hayır. Benden istenen, yargımın bağlanması, ama
özgürce bağlanmasıdır. Başvurulan, benim çiğ duygularım değil, insan yanım,
yani özgürlüğümdür.
Demek ki, estetik yargı, üç şeyi kabul etmek oluyor: Biri karşımdaki özgürlük,
yaratıcının özgürlüğü. Öteki karşımdaki nesne ile benim ilişki kurmam, kendi özgürlüğüm.
Üçüncüsü de, aynı koşullarda, başkalarının da aynı özgürlüğe sahip olması
gerekliliği. Bundan ötürü, estetik ortamda düşünülen bir kitap, bir özgürlüğün
bir başka özgürlüğe seslenişi; estetik beğeni de, nesne karşısında özgürlüğün
uyanması, bilince varmasıdır.
Edebiyat da insan özgürlüğünün sürekli bir belirtisi olduğuna göre, bir kara
edebiyat vardır demek yanlıştır. İyi ya da kötü edebiyat vardır, o kadar.
Edebiyat iyi ise, hiç de kara değildir. Çünkü, gösterdiği şeyler ötesinde,
okuyucularını, özgür bulundukları ortama çağırır, kendilerine gösterileni
değiştirebilecekleri ortama. Bu gösterilen şey, psikolojik ve öznel ayıplarsa
kendilerinde; toplumsal haksızlıklarsa dışarıda, dünyadadır. Böylece, yazar
kendi özgürlüğünü tanıyacak bir başkasının özgürlüğüne baş vuran adamdır.
Özgürlük, seyrine bakılan bir şey değil de, gerçekleşen bir şey olduğuna göre,
bu başvurma, değiştirilmesi istenen bir şey dolayısıyla olur.
Yazarla politikacıyı bir an için karşılaştıracak olursak, görürüz ki,
politikacı özgürlüğü gerçekleştirmek amacını benimseyebilir; ama onu
gerçekleştirmek için zor'dan başka yolu yoktur. Bu zor en aza indirilebilir,
ama ortadan kaldırılamaz. Çünkü, onu, en azından getirmek istediği özgürlüğü
çiğnemek isteyenlere karşı kullanması gerekir. İşte, o hep konuşulan soruna
geldik: Demokrasinin düşmanlarını demokrasi için tutmalı mı? Yazarsa, tersine,
öyle bir ortamdadır ki, orada politikacı gibi, özgürlüğü, insan haklarının
gerçekleşmesini istemekle beraber, zor kullanmak zorunda değildir, buna
yanaşmaz da.
Kelimelerin zorbalığı yok değildir: O da, yalan söylemek, gizlemek, örtbas
etmektir. Ama orada artık edebiyat ortamında değil, propaganda ya da
reklamcılık ortamındayız. Bir eserin güzel olmasını istiyorsak, özgürlüğe zor
kullanmadan seslenmek istiyoruz demektir.
Böylece, yazarın sorumluluğunu kabaca tanımlayacak bir duruma geldik. Yazar
edebiyat ortamındaysa, yani yazıyorsa, özgürlüğün hep tehlikede olduğu bir
dünyada, özgürlüğü belirtme ve ona seslenme görevini üstüne almış demektir.
Bu ortama girmeyen bir yazar suçludur. Sade suçlu olmakla kalmaz, çok geçmeden,
yazar olmaktan da çıkar.
İşgal sırasında görebildiğimiz en meraklı olaylardan biri, Drieu La Rochelle'in
gittikçe artan şaşkınlığı oldu. Aldanmışların şüphesiz en içtenlerinden ve
belki de en acınacaklarından olan Drieu La Rochelle'in bir dergisi vardı. Bu
dergide, ağzı tıkalı insanlara, kendine karşılık veremeyen, kendine çatarken
baskı altında olan insanlara, sürekli olarak hakaret yağdırıyordu. İşte, bu
adam, büsbütün kör olmadığı için, yavaş yavaş şaşırdı, bir yazıdan ötekine,
önce öfkelere, sonra korkulara kapıldı, sonunda dergiyi bıraktı. Çünkü,
kendisine karşılık veremeyen insanlarla konuşuyordu, çünkü yazdıklarını yayımlama
özgürlüğü olmayan insanlara çatıyordu. Sesi, işte bundan ötürü kesildi. İnsan
çölde yazmaz, konuşmaz.
Böylece, yazarın istediği bu olduğuna göre, her zaman için insan özgürlüğünden
sorumludur, diyebiliriz. Evet ama, burada çok daha somut ve çok daha güç
sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu durumda, yazarın, merhum M. Benda gibi, papazca
köşesine çekilip, kalabalık her zaman haksızdır, diye, kalabalığa karışmadan,
"ezelî" iyilik, "ezelî" doğruluk, "hak, hakikat",
"edebiyat" kavramlarını yansıtması mı gerekecek? Nazilerden,
İspanya'dan, ezilmiş memleketlerdeki ayaklanmalardan, Yahudi meselesinden, işçi
sınıfından, yaklaşan savaştan söz açarsa, edebiyata ihanet mi etmiş olur?
Yazar her şeyden önce, "ezelî" değerlerin bekçisi değildir, çünkü,
özgürlük somut bir şeydir.
Bir kitap özgürlüğe sesleniştir, dediğim zaman, soyut bir özgürlüğe, insanın
sadece bir çeşit fizik-ötesi güç olan bir özgürlüğe sesleniş demek istemiyorum.
Böylesi bir özgürlüğü bilmiyoruz. Ona felsefe kitaplarında rastlıyoruz. Ama,
hiç kimsenin, salt "ezelî", renksiz bir özgürlüğü elde tutmak
niyetiyle, düpedüz bu niyetle çalıştığı görülmemiştir.
Bir şey uğrunda savaştığımız zaman, o şayi öyle bir isteyiş vardır ki, onu
isterken bir bakıma, özgürlüğü de istemiş oluruz. Sadece bir bölük insanın
düşünce seviyesini yükseltmek için, bu adamların ya da başkalarının belli
haklarını istemek için savaşabilir insan. Ama, bunu yaparken, insan özgürlüğünü
belirtmiş, devam ettirmiş, öne sürmüş oluruz.
Buna karşılık, genel olarak, özgürlük üstüne yazmakla kalırsak, biraz sonra
göstereceğim gibi, sadece baskıya, zorbalığa yardım etmiş oluruz. Çünkü,
özgürlük adına bütün toplum ezilebilir.
Özgürlük, günü gününe, bağlı olduğu somut işler içinde, somutça kazanılabilir.
Bundan ötürü de, bir yazarın bağlanmasından, sorumluluğundan söz ettiğimiz
zaman, soyut bir özgürlük adına bağlanma değildir bu. Yazarın eserinde ortaya
koyduğu özgürlük, somut bir şey isterken kendi kendini isteyen bir somut
özgürlüktür. Bizden istediği, belli bir olay dolayısıyla somut bir öfke, belli
bir kurumun değişmesine çalışmaktır.
Bu söylediğimin iyi anlaşılması için, bazı tarihsel düşüncelere girmemiz
gerekir. Çünkü, aslında, size demin dediğimin dışında, yani edebiyatın
özgürlüğü sürdürme olması dışında, yazarın a priori bir sorumluluğu vardır. Bu
sorumluluk çağdan çağa değişir. Ya da şöyle diyelim: Sorumluluk derecesinden
sorumlu olan sadece yazar değil, içinde bulunduğu toplumdur da. XVIII. yüzyılda
ya da XV. yüzyıldaki bir yazar, XX. yüzyıldaki bir yazar gibi sorumlu değildir.
Ortaçağ dediğimiz bir çağda yazar, "ezelî" iyiliği görebilir, daha
doğrusu, "ezelî" iyiliği gördüğü sanısında olabilirdi.
Niçin? Çünkü, toplum bölükleri arasındaki dayanışma zayıftı. Çünkü, az çok tek
başına yaşayan küçük bir azınlık, içine kapalı kalem adamları topluluğu
düşünülebilirdi. Çünkü, eserler, seçkinler dışında az okunurdu. Bu seçkinler
için de hazır bir ideoloji, Hıristiyan ideolojisi vardı. Çünkü, üstelik, bu
ideolojiyi sürdüren değişmez, sapasağlam bir güç, Kilise ya da Krallık vardı.
Yönetici sınıflarda ideoloji ne kadar güçlü olursa, her zaman bu sınıflarla
bağı olan yazarın sorumluluğu o ölçüde azalır ve yazar, o ölçüde bu ideolojinin
bekçisi olmakla kalır. Bu ideoloji, kendini hep değişmez belirttiğine göre,
yazar da, ister istemez, değişmez değerlerin seyircisi olur.
Demek oluyor ki, yazar, dediğim gibi, bazı çağlarda, baştaki sınıfların
ideolojisini ve değerlerini, görünüşte olsun, ayakta tutmakla yetiniyordu. Ama,
yazar olarak onları aşıyor, çünkü, bir özgürlüğe sunuyordu onları. Eseri insan
özgürlüğüne sürekli bir seslenişti. Çünkü, salt bu ideoloji ve değerleri ortaya
koymak, onları göz önüne sermek, tartışma konusu yapmak, sadece adlarını
söylemekle, farkına varmadan, kendiliğinden, insanları onları aşmaya çağırmış
oluyordu. Bir ideolojiden, bir nesneymiş gibi söz etmek, onu biraz olsun
aşmaktır.
XVIII. yüzyıl gibi bir çağ alalım, örneğin. Bu çağda, bir ideoloji
temizlenmesini, bir sınıfın bir başka sınıfın yerine geçtiğini, yalnız
eleştirme yoluyla bir ideolojinin kendi kendini yıktığını görüyoruz.
Bu durumda yazar tarihin gidişi yönündedir. İdeolojileri ortaya koyma, eleştirme
ve bir özgürlüğe sunma çabası, toplumun içindeki bir sınıf değişmesi
dolayısıyla kendiliğinden oluşan bir eleştirme çabasıyla birlikte yürür.
XVIII. yüzyılda, Rousseau, Voltaire gibi yazarların ne tür sorumluluklar
yüklendiklerini bilirsiniz. Yalnız o çağ bir temizleme çağıydı.
XIX. yüzyıl ise, tersine, devrim kargaşalığının sonu, yeni bir ideolojinin,
liberalizm ideolojisinin başlangıcı oldu. Bu ideoloji de, herkese tanınan
politik haklara, çalışma temeline dayanan bir seçkinlere, ilerleme ve para
biriktirme kaygılarına bağlanıyordu. Bu çağda, yazar, ortaçağda olduğu gibi,
ideolojisi sağlam ve değişmez bir sınıfla uzlaşacak yerde, XVIII. yüzyılda
olduğu gibi, yükselen ve eski ezilmişlerin ideolojisini temizleyen bir sınıfla
uzlaşacak yerde, yarattığı sınıfla anlaşmazlık halindedir, bu ideolojiye
karşıdır. İşçi sınıfı üzerinde etkisi yoktur, ya da onun hiç farkında değildir.
Kendini çıkaran, kurulu ve sağlam bir ideolojisi olan sınıfı düşünceleriyle
beslemediğinden, soyut değerlerin seyrine dalmak durumuna, yani kısır bir
özgürlük çağrısına düşmüştür.
Değiştirme kaygusu olmadan özgürlük istemek, güzel bir eser karşısında bir an
için kendi özgürlüğünün tadına varmak: İşte bu, sanat için sanat yapmak dediğimiz
şeydir. Faydalıya, makinelerin ilerlemesine, sınıfa karşı yaratıcı özgürlüğü
istemenin bu türlüsü hem burjuvaziye karşı, hem de burjuvazi çıkarıyla bağlı
olmaktır bir çeşit.
Öfkeleri, kendi darlığı, kafasızlığı ve zevksizliğinden yana bir yazara para
vermek burjuvazinin işine gelir; oysa, bu öfke, düpedüz baskıdan doğarsa,
kendisi için çok daha belalı olur. Böylece, sanat için sanatı yaratan durum
kendi sınıfıyla uzlaşamadığı için, kimseye yardım edemeyen bir yazarın
çaresizliğidir. İşte, yazarın sorumsuzluğu görüşü de buradan doğar. Bu görüşe
göre, yazar sadece yaratmakta serbesttir, kimseyi incitmeden yaratmakta değil.
Önce de söylediğim gibi, masum edebiyat olmazsa, Saint-Just'ün dediği gibi,
nasıl masumca devlet yönetilmezse, masumca konuşulmaz da, yazılmaz da. Yazarlar
sanat için sanat durumunu uzun zaman sürdürmekten suçludurlar.
Bugün, durum iyice değişmiştir. Çünkü, kimse, ne sorumsuzluğa, ne de sanat için
sanata inanıyor artık. Örneğin, Alman işgali birçoklarına edebiyatın
demokrasiye bağlı olduğunu gösterdi. Özgür insanlar karşısında özgürce
yazamıyorsanız, hiçbir şey yazamazsınız. Sözünü ettiğim Drieu La Rochelle
örneği gibi, işgale karşı koyan yazarlar örneği de şunu gösterir: Edebiyat
demokrasiye öyle bağlıdır ki, onu koruması gerektikten başka, demokrasiye
silahla sarıldığı zaman edebiyatı silahla koruması gerekir.
Görüyorsunuz ki, yazarlık, davranışı belli bir insan toplumunu gerektiriyor. Bu
davranış bütün toplumlarda mümkün değildir; bir baskı toplumunda edebiyat
yoktur. Nazi Almanyasının edebiyatının ya da Faşist İtalya edebiyatının bu
kadar kötü olması bir rastlantı değildir.
Bir de şu var ki, çağımızda okuyucu alabildiğine artmıştır. Ama, bu artış,
göreceğiniz gibi, yüzeydedir. Demin size bir tek dünyadan söz ediyordum. Demek
ki, bugün garip bir olay karşısındayız: Ünlerini henüz hak etmemiş ya da belki
hiçbir zaman hak etmeyecek olan yazarların -ki,
ben de, benim kuşağımdan birçokları da onlar arasındadır- daha şimdiden, örneğin XIX. yüzyılın birinci sınıf
yazarlarından daha çok okuyucuları vardır. Baudelaire'i sağken bilen küçük bir
çevreyi düşündükçe insan yabancı dillere çevrilmekten utanıyor bugün. Ama bu
olayın şundan başka anlamı yoktur. Bugün, gazeteler var, radyo var, sinema var.
Var ama, bunlar okuyucu çevresini genişletmekle yazarı daha büyük bir
sorumluluk durumuna sokuyor; yani yazar daha çok şey bilmek, daha çok şeylerin
sözünü etmek zorunda kalıyor.
Bir yandan da yazar, bugün burjuva sınıfından çıkmakta devam ediyor, öyle
olmasa da, okuyucusunu burjuva sınıfında buluyor. Burjuva sınıfı sözü, politik
havasıyla sizi rahatsız ediyorsa, şöyle diyelim: Yazar, okuyucusunu baştaki
toplum katlarında, serbest meslek adamları dediğimiz seçkinler arasında
buluyor. Hekimler, avukatlar, noterler, memurlar, öğretmenler karşısında
konuşuyor. Ama bu toplum katları, bugün, ideolojilerinin yıkılışını görüyorlar.
Şaşırtıcı bir devrim içindeyiz. XVIII. yüzyılda yazar,yükselen, kendi
bozukluklarını, kör inançlarını eleştiren bir sınıfın sözcüsüydü. XIX. yüzyılda
yazar, tanımadığı bir işçi sınıfının da, sağlam bir ideolojisi olup, ondan
sadece güzellik isteyen bir burjuva sınıfının da dışında buluyordu kendini.
Bugün, yazara başvuranlar, dünyanın bütün yazarlarına öğüt, yardım, ideoloji
istemek için mektup yağdıranlar yine burjuvalar, iyi niyetli burjuvalar,
aydınlar, serbest meslek adamlarıdır. Bunlar, burjuva ideolojisinin yıkılışı
karşısındadırlar, liberalizmin vaktini doldurduğunu, lissez faire yerine, her
yerde plancılığın, bireycilik yerine, devlet elinin geçtiğini biliyorlar;
malları mülkleri bakımından eski rahatsızlıkları kalmamış, çoğu da zaten
varlıklarının büyük parçasını yitirmişlerdir.
Bu iyi niyetli insanlar yazarlara başvuruyorlar ama, yine de burjuvadır bunlar.
Okuyucu onlardır ve yazarı, ister istemez, hâlâ başta olan, ama kendini yıkan
bir sınıf için yeniden bir ideoloji kurmak zorunda bırakıyorlar. Öte yandan,
yazar, ulusal toplulukların en önemli parçası olan köylülere ve işçilere
ulaşamıyor. Aralarındaki ayrılık belki her zamankinden daha da çok bugün. XIX.
yüzyılda burjuva sınıfına neden ulaşamıyorsa, işçi ve köylü sınıfına da aynı
nedenlerden ulaşamıyor; çünkü, köylülerin ve işçilerin en etkin, en uyanık olanlarının
kurulu bir ideolojileri var. işçi toplumu kapalı bir toplum olarak örgenleşti;
bir savaş ideolojisi de var: Gerekircilik, materyalizm.
Yazar, görevi gereği, özgürlüğü öne sürdüğü ve istediği sürece, baştaki sınıfa
da, başka bir sınıfa da ideoloji sağlayamaz. Sağlasa da hâlâ ezilmiş durumda
olan insanların kurtulmasını isteyen bir ideoloji sağlayabilir. Öte yandan da
kurtulmasını istediği insanlara sözünü dinletebilmesinin tek koşulu, bir
partiye girmek, propagandacı olarak çalışmak. Sanatının propaganda olmasını
kabul etmek, yani edebiyatın ölümünü istemek ve yazar olmaktan vazgeçmektir.
Demek oluyor ki, yalnız burjuva sınıfına hitap etmeyi kabul edemez. Ötekilerden
söz etmesi, ötekiler için konuşması, ötekilere seslenmesi gerekir. Ama bunu da
yapamıyor. Yazar olarak onların kurtuluşunu istemesi gerektiğine göre,
sorumludur. Ezen sınıflardan çıkmış, ya da onlara bağlı olduğu için, kendini
suçlu hissediyor, buna karşılık, ortadan kalkmakta olan, hâlâ başta bulunan ve
ezen bir sınıf olduğunu anlayan sınıfın iyi niyetli insanlardan başka sözünü
dinleyen de yoktur. Asıl konuşmak istediği inanlar kendini dinlemiyorlar.
Yazarın bugün nelerden söz etmesi gerektiğini araştırırsak, işler büsbütün
sarpa sarar. Kendisi 1789 devrimini yapan sınıftan gelmedir; ona ister istemez
bağlıdır. Çünkü, insan, canı istedi mi, burjuvalıktan çıkamaz ve karanlık
özgürlük destanının, yani 1789'un kaynağındaki ilkeleri yansıtır: Habeas
Corpus, tekin esenliği, düşünce özgürlüğü, politik özgürlük. Bir yandan da
anlamaya başlamıştır ki, bu ilkeler milyonlarca insan için düpedüz bir
aldatmacadır. Lousiana zencisi için aldatmaca, Meleun fabrikası işçisi için
aldatmaca, onlara bu ilkelerden söz etmek aldatmacadır. Habeas Corpus'un
politik düşünce özgürlüğü ya da politik özgürlük ilkelerinin bir anlamı
olabilmesi için ekonomik ve toplumsal planda daha toptan bir kurtuluş
gerektiğini bilir. Onun için, bir yazar düşünce özgürlüğünü savunduğu zaman, ne
kadar haklı da olsa, hiçbir zaman içi rahat değildir. Çünkü, savunduğu
özgürlük, bir bakıma yalnız kendi özgürlüğüdür. İşi gücü kösele delmek olan bir
kadın için düşünce özgürlüğü ne demektir? Demek ki, yazar, bazı demokratik
ilkeler adına, birtakım haksızlıkları reddetmekle beraber, daha derin bir
kurtuluş gerektiğini de bilir. Bu daha derin kurtuluş istenirse, dediğim gibi,
komünist partisine girmeden kendilerini dinletemezler. Üstelik, işçi toplumu
kurumlarının bir kısmı, işlerin yürümesi için makyavelizmi, zorbalığı,
uyarcılığı, genel olarak, "iyiye varmak için kötüyü kullanabilirsin,"
öğretisini benimsemişlerdir.
Bu kurumlar işçileri buna götürdüler ama, bu, şunun bunun kötülüğünden değil.
Çünkü, savaş ve zor kullanma işleri, önünde sonunda, bu ilkelere başvurur. çünkü,
varılması gereken amaç, bütün insanoğlunun kurtuluşudur, bu kurtuluşa da
şiirler düzerek, ya da günün birinde, birbirini kucaklayarak varılmayacaktır.
Demek, bir kavga, bir savaş var. savaş zorunluluğu, ister istemez,
makyavelciliği öne sürer. Sadece ahlâk ahlâk diyerek iş görülmeyeceği
meydandadır. Ne var ki, zavallı yazar derin çelişme ve uyuşmazlık içindedir.
Sözünü ettiğimiz kurumlarla amaç bakımından beraberdir, tamamiyle beraber;
çünkü o da özgürlüğü istemektedir. Ama, onu yetiştiren, ona kendi ilkelerini
öğreten burjuvazi ile de anlaşma halindedir. İlkeler de özgürlük ilkeleridir,
iyiye varmak için kayıtsız şartsız bütün kötü yollara karşıdırlar. Yazar,
yazdığı sürece, ahlâkı öne almak zorundadır. Ahlâk değerlerinin her çeşit
makyavelcilikten üstün olduğunu söyler. Ne var ki, ezen, aldatan durumuna
düşmek istemiyorsa, ahlâk değerleri adına bütün ezilenlerin, işçilerin,
Yahudilerin, zencilerin, sömürge halkının, yersiz işgallere uğrayan
memleketlerin kurtuluşunu istemek zorundadır.
Bu kurtuluşları düpedüz isterse, sözleri söz olarak kalmayacaksa, işgal
altındaki bir memleketin kurtulacağına nasıl inanabilir? Ezilen zencilerin, ya
da sömürge halkının kurtulacaklarına nasıl inanabilir? Bunu istediği anda işe
atılmak, zora başvurmak ve sonunda, kötülediği makyavelciliğe düşmek
zorundadır. Tersine, bir yandan, ezilenleri kurtarmalı, der, bir yandan da
makyavelciliği kötülemekle yetinirse, o zaman, ya havada konuşmuş olur; ki bu
taktirde düpedüz dokunaklı bir ülkücüdür; ya da yaptığı, balığı suda boğmaya
benzer bir manevradır. İki durum da kötü olduğu için, yalpalar durur. Çoğu
yazarların bugünkü durumu şudur: Kimi zaman makyavelcilikten iğrenir, onu
nerede olursa kötüler, onu bir bakıma haklı gösteren amacı unutur, böylece de,
istemeye istemeye de aldatmacalara düşer. Habeas Corpus adına şu veya bu işi
kötüler ama, görmezler ki, bugün sorun hiç de Habeas Corpus sorunu değil, çok
daha karışık, çok daha derin bir sorundur. Kimi zaman da, amacın büyüsüne
kapılır ve insanları kurtarmak için her şeyi yapmak gerektiğine inanırlar, o
zaman da vicdan azabı çeker, aşağılık duygularına sürüklenir ve amaca götüren
yolları yargılamaksızın kabul ederler. O zaman, ahlâk değerlerinin yıkılmasına
yardım eder, makyavelciliği daha da köklü olarak haklı çıkarırlar. O zaman,
yazar yazar olmaktan, ozansa ozan olmaktan çıkar ve bir propagandacı durumuna
düşer. Ahlâk değerlerini yıkmaya hepimiz yardım ettik. Biz yazarlar, hepimiz,
makyavelciliğin baş tacı olmasına yardım ettik. Çünkü, amaç dolayısiyle hepimiz
kendimizi küçük görüyoruz; çünkü, biz XVIII. Yüzyılın bireyci ahlâkı ile
toplumsal bir ahlâk arasında bocalıyoruz. Çünkü, biz, amaçla amaca götüren
yollar arasında bir seçme yapmak zorundayız.
Ya da ne oluyor, susuyor insan. Bugün, bir çok memlekette, özellikle Fransa'da,
bir susma kumpası var. amaçlar, ya da amaçlara götüren yollar bakımından
yazarlar hep bir vicdan rahatsızlığı içindeler, bu yüzden de hep bir şeyleri
söylemeye yanaşmıyorlar. Öyle yazarlar var ki, Sovyet Rusya'dan, yani amaca
götüren yollardan korktukları için bazı haksız işgalleri, ya da İngiltere'nin
Filistin'de veya Yunanistan'daki bazı davranışlarını kötülemiyorlar. Buna
karşılık, kimi yazarlar da var ki, kapitalizme karşı oldukları ve her şeyden
önce amacı güttükleri için Sovyet Rusya'nın başvurduğu sürgünler ya da işgali
altındaki memleketlerde seçimlere verdiği biçim karşısında susuyorlar. Demek,
susma var bu işte; anlaşılan, her şeyi birden açığa vuramıyorlar da ondan.
Savaş konusunda susma var. kimi yazarlara göre, Amerika savaş hazırlıyor. Ama,
Habeas Corpus adına önleyici bir savaş pek hoşlarına gideceği için bu hazırlığı
susmakla geçiştiriyorlar. Kimi yazarlar, Rusya'nın savaş hazırladığı
kanısındalar, ama, savaş, ne de olsa devrimi hazırlayabilir diye, susuyor onlar
da. Öyle oluyor ki, bu iki memleket, savaş hazırlıyorlar mı, hazırlamıyorlar mı
bilmem ama, savaşı rahat rahat hazırlayabilirler, kimse de kalkıp, bunu
yapmanın doğru olmadığını ulu orta söyleyemez.
Böylece, yazar nasıl kullanacağını bilmediği bir sorumluluk içinde ve belki de
bugüne kadar, insanları düşündüren sorunların en yalınları karşısında, bu
durumda bulunuyor. Hemen söyleyeyim ki, yazarı fazla ilginç göstermek niyetinde
değilim, onun durumu bütün insanların durumundan farksızdır. Ne var ki, o,
konuşma yolunu seçtiği için bunları konuşmak zorundadır. Peki, ama ne diyecek?
Burada da, öyle sanıyorum ki, şekilci de olsa, hayli açık bir davranış var.
özgürlük adına yazarın haksızlığa, yani nereden gelirse gelsin, kötüye karşı
koması, zorbalıkla savaşması gerektiği su götürmez. Her türlü zorbalığı
kötülemek zorundadır, ister dostları zorbalık etsin, ister düşmanları; isterse
bu zorbalık, XVIII. Yüzyıl ilkelerini, bir çeşit demokrasiyi korumak için
olsun. Ama, bunu yaptı mı, işçi sınıfının zorbalıklarını, Sovyet Rusya'nın
zorbalıklarını kötüleyecek. Çünkü, amacını unutup, yollar üzerinde duran bir
davranışa varacaktır. Zorbalığı ne adına kötülüyoruz, onu bilmemiz gerek.
Bilmemiz gerek ki, biz bir zorbalık dünyasında yaşıyoruz, zorbalık onu
kullananların bulduğu bir şey değildir, her şeyde zorbalık var. ama, bu
durumda, önce yazarın kendi için bir zorbalık kuramı araması, birçok zorbalık
çeşitleri olduğunu anlaması, zorbalığa karşı zorbalık olduğunu anlaması gerek.
Rusya'nın işgal ettiği memleketlerde bir milyon insan sürülmüş olabilir. Peki,
diyorlar ki bana, buna karşı sesimizi var gücümüzle yükseltmeliyiz. Yine
diyorlar ki bana, Alabama'da bir zencinin linç edilmesi pek acıklı bir şeydir,
ama bir tek zenci linç edilsin; burada bir kişi, orada bir milyon. Şunu
söyleyeyim önce: Bir davranışımız salt ahlâkçı bir davranışsa, bir ile bir
milyon arasında bir ayrılık gözetemeyiz, ama, bu davranış biraz biçimci geliyor
bana.
Başka türlü düşünelim: Bir duruma göre, bu sürgün olduysa, son derece kötü bir
şeydir, ama, amaca varmak için bir yoldur. Bu, onu kötü olmaktan çıkarır
demiyorum, ama onu bu ışık altında görmemiz gerek. Buna karşılık, zencinin linç
edilmesi, kendi içinde süregelen bir durumun sonucudur, şu ya da bu amaca
götüren bir yol değildir, düpedüz bir zorbalıktır. On milyon zencinin içinde
bulunduğu bir durumun belirtisidir. Onlardan önceki on milyon zenci de bu
durumdaydılar, bundan sonra gelecek on milyon zencinin durumu da belki bu olacaktır.
Yani, burada da baskı düzeni içinde bulunuyoruz. Her iki durumda, baskı hep
aynı nedenlere dayanıyor.
Burada, bir görüşü başka bir görüşe karşı savunmak istemiyorum. Demek istiyorum
ki, bir yazar zorbalığı a priori kötülememelidir. Onu, çerçevesi içinde, bir
yol diye bakarak kötülemeli ve hele, şunu anlamalıdır ki, çalışılacak şey,
zorbalığı toptan ve soyut olarak kötülemek değil, her durumda gerekli olan
zorbalığın en azını kurmaktır. Çünkü, bugün her şey zorbacadır. Demek ki, sorun
her zorbalığı kötülemek değil, yararsız zorbalığı kötülemektir. Başka bir
deyimle, burada sorun, yazarın kendi için çözeceği ve başkalarına anlatmaya
çalışacağı sorun amaçlarla yolların ilişkisi sorunudur. Ana sorunlardan biri
budur ve biz yazarlar, sorumluluğumuz gereği, bunu çözmeye çalışmalıyız.
Diyecek olursanız ki, "Ben zorbalığı kayıtsız şartsız değil, bir amaca
yönelmediği ve bu amaca varmak için gerekli zorbalığın en azı olmadığı zaman
kötüleyeceğim." bu, sizi, yazar olarak ister istemez, amaç sorununu ortaya
koymaya sürükler.
Bir yazarın, bir kuramı, bir davranışı, bir işi düpedüz olmaz diye kötülemesi
düşünülemez. Bu kötüleme bir şey adına olmak zorundadır. Onun için bugün kurtuluş
ve özgürlük sorununu yeniden düşünmemiz gerekir. Anlamalıyız ki, Habeas Corpus
bugün bir aldatmacadır diyorsak, daha derin bir özgürlük adına diyoruz; işte o
özgürlüğü anlamaya, ona varmaya, onu gerçekleştirmeye çalışmalıyız.
Gerçekleşmesi gereken yeni bir özgürlük var. Demek, böyle bir özgürlüğü
düşüneceğiz. Makyavelciliği kötülememiz gerekiyorsa, bunu milyonlarca insanın
yoksun olduğu bir özgürlük adına yapamayız; makyavelciliğe sığmayan ve bizim
tanımlamamız gereken bir özgürlük adına kötülemeliyiz. Ya da şöyle diyelim:
Bence bugünün bir yazarı vicdan rahatlığı duyamaz, eğer olumlu ve somut
özgürlüğe götürecek sosyalizmi tanımlamamışsa, kendisi de bu yolda değilse ve
bu yolu somut olarak belirtmemişse.
Yazarın sorumluluğu pek açıktır bugün:
· Özgürlüğün,
kurtuluşun olumlu bir kuramını yapmak.
· Zorbalığı,
ezilen sınıfların insanları açısından kötüleyecek bir konuma geçmek.
· Amaçlarla
yollar arasındaki ilişkiyi belirlemek.
· Bir
düzeni gerçekleştirmek ve ayakta tutmak için kullanılan zorbalığın her
türlüsüne hemen kendi adına karşı koymak. Bu karşı koyma hiçbir şeyi durdurmaz
ya, öyle de olsa.
·
Her zaman, hiç ara vermeden, yılmadan, amaçla yollar sorunu üzerinde, ahlâkla
politikanın ilişkileri üzerinde düşünmek.
İşte, çağımızın ve biz yazarların sorunu. İşte, yazarın her zamanki değil,
bugünkü sorumluluğu.
Yazar, genel olarak, iyi budur, kötü şudur diyecek olursa, sorumluluğunu
unutmuş olur. Çünkü, ondan istenen bu değildir. Genel olarak, iyinin ne
olduğunu herkes bilir. Ondan istenen, iyi niyetli insanları bu sorunlar
üzerinde düşündürmektir. Etkin olup olmaması ayrı bir sorundur. Hem zaten
benden istenilen de bundan söz etmek değil. Herhalde şurası su götürmez ki,
dünya düzeninde yerlerini hiç alamayacak durumda olan ya da şimdilik alamayacak
olan memleketlerden Avrupalı bir yazar, düşüncelerini, bu düşünceler ne olursa
olsun, tek başına ne dünya yığınlarına, ne de bugünün tarihinde özel bir önemi
olan memleketlerin yığınlarına ulaştırmayı umabilir. Onun için yazar, bir çeşit
bayrak koşusuna girecek, yani amacı yalnız kendi memleketinin okurlarını değil,
yabancı yazarları da etkilemek olacak; yabancı yazarlar onun, o da yabancı
yazarların düşüncelerini, direnişlerini, tanıtımlarını yığınlara iletecek.
İşte, bunu için UNESCO gibi bir kurum gereklidir. Yazar, bütün bu dediklerimi
yapmaya çalıştıktan sonra, boşuna uğraşmış olabilir. Biz yazarların önlememiz
gereken şey, sorumluluğumuzun suçluluğa çevrilmesi ve elli yıl sonra bize şunun
söylenmesidir: bu adamlar dünyanın en büyük felaketinin geldiğini gördüler ve
sustular.
1946