22 Kasım 2012 Perşembe

Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan


             Bundan birkaç hafta evvel, gene bu sütunlarda çıkan yazımda, Tanzimat’tan beri fikir ve sanat sahalarında başlayıp da tam bir düzene koyamadığımız, hattâ vazgeçtiğimiz bazı işlerden bahsetmiş, sonunda bunların rastgele, satıhtan toplanmış misaller olduğunu, hakikatte bu devamsızlığın bütün hayatımızda hüküm sürdüğünü ve altında da bir zihniyet ve iç insan buhranının çalıştığını söylemiştim.
Bizi sadece yaptığımız işlerden değil, onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayati meselelerimiz yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran, yahut bu mühim ve hayatî meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir.
Bu ikilik, evvelâ umumî hayatta başlamış, sonra cemiyetimizi zihniyet itibariyle ikiye ayırmış, nihayet ameliyesini derinleştirerek ferd olarak da içimize yerleşmiştir.
İyiye, aydınlığa, kendimizi ve etrafımızı tam muasır bir anlayışa doğru itmesi lâzım gelen bir hareketin böyle bir netice vermesi ilk bakışta yadırganacak bir şey değildir. Fakat ne yapalım ki inkâr ettikçe bizi rahatsız edecek bir realitedir.
Zaman içinde teşekkül eden bu realitede, Tanzimat’ın işe programsız başlamasının, bilgi noksanının, sarih hedef yokluğunun, hülâsa el yordamıyla yürümenin, biraz daha evvel başlayan, fakat 1850 yıllarından sonra gittikçe kızgın bir şekil alan iktisadî çöküşün, bu çöküşün âmillerinden biri olan siyasî hâdiselerin büyük hisseleri vardır. Sebeplerin ve neticelerin birbiriyle durmadan yer değiştirdiği, birbirinin çehresini takındığı bu devirden ileride bahsedeceğim.
Saydığım sebepler olmasaydı, burada medeniyet değiştirmesi hastalığının adını vereceğim -cesaret etseydim, psikozu derdim,- vâkıa, belki hiç teşekkül etmez, yahut bu kadar keskin olmaz, yani sadece ilerlemenin safhalarına göre mahiyetleri değişen bir Yeni ile Eski’nin mücadelesi şeklinde kalır ve bu mücadelenin doğuracağı, umumî hayatı rahatsız etmiyen muvazaalı terkiblerle  --hattâ psikolojik bir zenginlik şeklinde- devam eder, giderdi.
Fakat iş tam aksine oldu. Bugün umumî hayatımızda herhangi kökten bir ameliyeyi yapabilmek için lâzım gelen şartlardan âdeta mahrum gibiyiz. Bizi değiştirecek şeylere karşı ne bir mukavemet gösterebiliyoruz, ne de ona tamamiyle teslim olabiliyoruz. Sanki varlık ve tarih cevherimizi kaybetmişiz; bir kıyamet buhranı içindeyiz. Hiç birini büyük manasında kendimize ilâve etmeden her şeyi kabul ediyor; ve her kabul ettiğimizi zihnimizin bir köşesinde adeta kilid altında saklıyoruz.
Bir medeniyet bir bütündür. Müesseseleri ve kıymet hükümleriyle beraber inkişaf eder. Onları lüzumsuz bulmaz, şüphe de etmez. Nasıl elimiz, ayağımız, kulağımız bulunduğunu düşünmeden bu uzuvlarla yaşarsak onlarla da yaşarız. Hakikî taazzuv da budur.
Umumî hayat değiştikçe, medeniyet de müesseseleriyle ve kıymetleriyle hükümleriyle değişir. Bazan bunların bir kısmını tasfiye eder. Fakat bütün bu değişiklikler insanla beraber olur. Küçük, büyük buhranlar, anlaşamamazlıklar, huzursuzluklar, sıçrayış devirlerinde ihtilâller, teknik terakkiler, keşif veya tabiî inkişaflar bu tasfiyeleri yapar. Garp’ta Ortaçağ insanı, rönesans insanı, makine sanayii devrinin insanı, bugünün insanı medeniyetiyle, müesseseleriyle beraber teşekkül etmiş şe’ni ve tarihî vâkıalardır.
Biz de eski medeniyetimiz içinde böyle idik. Selçuklular devrinde Anadolu kapılarını zorlayan insanlar, yeni vatanı benimseyen ilk kurucu nesiller, Osmanlı fâtihleri, bütün siyasî düzensizliklerine rağmen bize Itrî’nin dehasını ve Nâilî’nin dilini veren, zevkimizin o tam inkişaf ve istikrar devri onyedinci asır sonunun insanı elbette birbirlerinden çok farklıydılar.
Fakat aynı zamanda birbirlerinin devamıdırlar da. Vâni Efendi’de Zembilli Ali Efendi, Zembili Ali Efendi’de ilk İstanbul Kadısı Hızır Bey, Bursalı İsmail Hakkı’da Aziz Mahmud Hüdaî, Hüdaî’de Üftâde, Üftade’de Hacı Bayram, onda Yunus Emre, Yunus’ta Mevlânâ aynı ocağın ateşiyle devam ediyordu.

             Bütün bu insanlar ne kendilerinden, ne de bir evvelkilerinden şüphe ediyorlar, hayatı, düşünceyi, kendilerini idareden değerleri kudsî bir emanet gibi kabul ediyorlar, aralarında nesil farklarını tabiî buluyorlardı. Onlar parçalanmış bir zamanı yaşamıyorlardı. Hâl ile mâzi zihinlerinde birbirine bağlıydı. Birbirlerini zaman içinde tamamladıkları için, gelecek zamanları da, kendi düşünce ve hayatlarının muayyen olmayana düşen bir aksi gibi tasavvur ediyorlardı.
    O kadar ki onsekizinci asırda yaşayan Kul Hasan Dede, onbeşinci asırda yaşamış olan Eşrefoğlu ile, sanki aynı şehirde ve aynı tekkede imişler gibi kavga edebiliyorlar, duygu ve hayat görüşü itibariyle o kadar başka türlü olan Nedim, Fuzulî’nin bir mısrasıyla kendi sansüalitesini anlatıyor, birbiri arkasından gelen nesiller, Hallac’ın haksız yere dökülmüş kanını dava ediyordu. Hülâsa fikirler, imanlar büyük bir aile mirasının torunlarda genişlemesi gibi, aynı köklerden dalbudak salıyordu. Hayat, bir ve bütün, insanıyla beraber sürüp gidiyordu.
             Böyle olduğu için de bir yere konan taş, iki üç nesil sonra behemehal bir bina oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini etrafına kabul ettiriyordu.
             İşte Tanzimat’tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey bu devam ve bütünlük fikridir.
             Bunu söylerken Tanzimat’tan beri hiç bir şey yapmadık, hep yarım kaldı, demek istemiyorum. Bilâkis, büyük zaman kayıplarıyla da olsa, gene bir çok şeyler yapıldı. Nesilden nesle cemiyetimizin iç ve dış manzarası değişti. Kadınımız hayata girdi. Cemiyetimiz Garp fikirlerine ve sanatına alıştı, insanımız makineyi tanıdı, devlet Avrupalılaştı.
             Fakat bunlardan bir kısmının yeninin etrafındaki şevkten ziyade eskinin çökmesinden ileri geldiğini, oluşlarında hâdiselerin hissesinin bizim irademizden üstün bulunduğunu, hattâ asıl irade ve şuurumuza bağlı olanlarının belki de ihmal edildiğini inkâr edemeyiz. Bir neslin başladığını çok defa kendisinden sonra gelen nesil değil, belki bu neslin maruz kaldığı tarihî şartlar tamamladı. Fakat en mühimi, bu yeni kuruluşların karşısındaki iç vaziyetimizin, ne de esasından garblı kültür ve sanatı, başka türlüsü olmayan, olmaması icab eden hayat şekilleri halinde alamadık. Daima içimizden ikiye bölünmüş yaşadık. Bir kelime ile yaptığımızın çoğuna tam inanmadık. Çünkü bizim için bir başkası, başka türlüsü daima mevcuttu ve mevcuttur. İşte bizi garblıdan, eski Müslüman dedelerimizden ayıran ruh hali budur. Bugün bile yeni, hayatımıza o kadar girdiği halde, gene onu münakaşaya hazırız ve münakaşa ediyoruz da. Hele, yaptıklarımızı neticeleriyle beraber kabul etmek… buna asla yanaşmış değiliz.
             Öyle ki, o kadar rasyonel yaşadığımızı sandığımız şu yirmi yedi senenin münakaşalarını düşündükçe insanın aklına ister istemez Heine’nin anlattığı teoloji âlimi geliyor. Bu adamcağız ömrünü Allah’ın varlığını ispat için bir kitap yazmaya hasretmiş. Hakikaten de büyük bir âlim olduğu, skolastikten kalma o keskin münazara silâhına sahib olduğu için, üstüste deliller, bürhanlar toplar, onları tanzim eder, davasını ispat edermiş. Fakat kitap bir türlü yazılamamış.
             Çünkü sonuna yaklaştığı zaman, kafası tam tersine çalışmaya başlar, yıllarca büyük bir şevkle, metodla, ısrarla topladığı deliller ve bürhanlar davasının aleyhine dönermiş. Namuslu bir adam olduğu için o zaman kitabını yakar, ve bu sefer Allah’ın yokluğunu ispat için bir başka kitap yazmaya başlarmış. Fakat onu tam bitireceği zaman da hidayet tekrar içinde konuşur, inkârın sefil ve karanlık aletleri birdenbire imanın nuru ile parlarmış. Heine’nin kendini gördüğü devre kadar bu hep böyle devam etmiş!
             Bu hikâye de bizim Tanzimat’tan beri yetiştirdiğimiz nesillerin macerasını görmemek kabil mi? Belki de Heine’nin zalim zekâsı, bu zihni terazileşmeyi, Almanya’nın bizimkine benzer bir ruh hali için uydurmuştur.
             Bu bakımdan yalnız edebiyat nesillerinin hayat karşısında değişen vaziyetlerini mütalaa etmek ne kadar faydalı olur. Fakat niçin sade nesiller? Ferd olarak aldığımız zaman da aynı vâkıayı görürüz. Çünkü neslin nesle âksülmel yapması, hele sanatta çok tabiî bir şeydir. Fakat ferdin kendi içinde bölünmesi hiç de tabiî değildir.
             Doğrusu istenirse, Tanzimat’tan beri yetişenlerin çoğunda hemen her hareket, gürültülü veya sessiz bir istifa, bir nevi tövbekârlık, kendi kendini inkârla sona erer. Yahut şahsiyet tam bir dargınlık içinde veya kısır bir şüphede kendisini tüketir. Fikret ile Cenab’ın âkıbetleri! Bir nevi terk-i saltanata benziyen prensip fedakarlıkları ise sayılmayacak kadar çoktur.
             Sanki Cevdet Paşa’nın, Kırım muharebesi esnasındaki değişikliklerden bahsederken yeni bir masraf kapısı olan ve şikâyet için anlattığı iki sofra, alafranga ve alaturka sofralar, genişlemiş, büyümüş, hayatımızı parçalıyor. Üstelik bu ruh hali dinamik olmaktan da çıkıyor, statik bir şekil alıyor. Sanki içimizde değişmez hadler kurmuş gibi.
             Ameliye tek değildir. Evvelâ bu ritm, ferd olarak hayatımızda mevcut. Yeninin taraftarı ve mücadelecisiyiz, fakat eskiye bağlıyız. İş bu kadar kalsa iyi. Fakat kalmıyor, daha karışıyor. Hayatımızın bazı devirlerinde yeninin adamı olarak eskinin tazyikini duyuyoruz; bazı devirlerinde eskinin adamı olarak yeninin tazyiki altında yaşıyoruz. Bu kutub değiştirme bir asırdan beri hayatımıza hâkim.
             Bazan hâdiseler, tarihî şartlar buna sebep oluyor. Bazan da psikolojik sebeplerle buna düşüyoruz. Meselâ kendimizi hâlis bulmuyoruz, kendi hayatımızı yaşamıyoruz, kendi ağzımızla konuşmuyoruz vehmine kapılıyoruz.
             Buna, en ufak bir muvaffakiyetsizliğin, umumî hayattaki herhangi bir aksayışın karşısında ilk yenilik nesillerinin duyduğu, duymuş olması lâzım gelen o nefse karşı,  yahut çok yüksek bir varlığa karşı işlenmiş gizli ve zalim cürüm duygusunu da ilâve etmelidir.
             Cesaret edebilseydim, Tanzimat’tan beri bir nevi Oedipus kompleksi, yani bilmiyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi içinde yaşıyoruz, derdim.
             Muhakkak olan bir taraf varsa, eskinin, hemen yanıbaşımızda, bazan bir mazlum kaybedilmiş bir cennet, ruh bütünlüğümüzü saklayan bir hazine gibi durması, en ufak sarsıntıda serab parıltılarıyla önümüze açılması, bizi kendisine çağırması, bunu yapmadığı zamanlarda da, hayatımızdan bizi şüphe ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı… (Bize akseden çehresiyle yanlış yapma korkusu.)
             Bunlar şüphesiz başlangıç noktalarıdır. Ve her başlangıç noktası gibi yüzlerce kılığa girerek hayatımıza tesir ediyor, nesiller boyunca bir türlü insanı ve cemiyetimizi gerektirdiği gibi düzenlememize engel oluyorlar. Bir neslin halledeceği davaları nesilden nesle havale eden, en basit meseleleri bir türlü atlatamayan eşikler haline getiren, kendi hareketlerimizin neticelerini bize o kadar yabancılık altında gösteren, hülâsa bize öz bir hayat yerine, sırasına göre on, onbeş, yirmi yıl bazan daha fazla süren tecrübe devreleri yaşatan hep bu medeniyet değiştirmesidir.
             Bu, içinden çıkamayacağımız bir fâsid daire midir? Elbette ki hayır. Fakat ondan kurtulma çarelerini arayabilmek için ve nasıl yerleştiğini mütalaa etmemiz lâzım gelecek.

Cumhuriyet, 2 Mart 1951  (Yaşadığım Gibi, Dergah yay.İst. tarihsiz)
 Ahmet Hamdi Tanpınar


Yazarın Sorumluluğu / Jean Paul Sartre


Dostoyevski der ki, "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz, gün geçtikçe doğruluk kazanıyor. Millet topluluğu insan topluluğuna biraz daha katıldıkça, her insan millet topluluğunda biraz daha kaynaştıkça, her birimiz gittikçe daha geniş ölçüde sorumlu oluyoruz. Nazi rejimine karşı koymamış her Almanı bu rejimden sorumlu saydık. İster bizde, ister başka memlekette olsun, ırksal ya da ekonomik bir baskı oldu mu, bunu açığa vurmayanların her birini sorumlu tutuyoruz. Milletler arasında gidip gelme ve haberleşmelerin bu kadar kolay olduğu bir çağda, dünyanın herhangi bir yerinde bir haksızlık işlenmişse, hepimiz bu haksızlığın sorumluluğunu taşımaya başlarız.
 Amerikalıların bu kadar sevdiği One World (tek bir dünya) bir çok anlamlar taşır. Ama bunlardan biri, dünyada olup bitenlerden herkesin sorumlu olduğu anlamıdır.
Öyle sanıyorum ki; bu söylediklerimde hepimiz aynı kanıdayız: Ama, dünyada olup bitenden bir kunduracı ya da bir hekimin sorumlu olması, elbette bir kunduracı ya da bir hekim olarak sorumlu olması demek değildir.
Kunduracının kunduracı olarak sorumluluğu sınırlıdır. O da, iyi kunduralar yapmak. Hekim bir yandan işini yaparken, bir yandan bir mahallenin, sağlık kurallarına uymayan bir fabrikanın durumuna karşı var gücüyle savaşabilir. Ama, hekim olarak, elbette şu veya bu baskıdan, sözgelimi, Yahudi düşmanlığından sorumlu değildir.
Doğrudur ama, bir uzman, uzman olarak, herkes önünde gerçekten sorumlu değilse, yazar adı verilen bir takım uzmanların sorumluluğu ne olacak? İnsan olarak bütün sorumlulukları sanatlarını kapsar mı, yoksa, yazarın sorumluluğu yalnız işi ile mi, yani yazma sanatının belli sorunlarıyla mı sınırlıdır? 
 İşte, bu konu üzerinde konuşacağız. Karışmaları önlemek için, yalnız düz yazı üzerinde duracağız.
Çünkü, kelimeler iki türlü ele alınır: Birinde kelimeler beylik işaretler olarak kullanılır, kelimeden anlattığı şeye atlanır ve kelimeler bir takım anlamlar ve düşünceler kurmak için bir araya getirilir.
Ötekinde ise, kelimeler, tıpkı birer nesneymiş gibi, ağaçmış, kuşmuş gibi düşünülür. Bu durumda kelime, anlamından ayrılmaz, anlam ona bir can gibi işler; o zaman, kelimeler, düşünceler kurmak için bir araya getirilmez, aralarında çok başka bağlantılar kurulur; tabii diyebileceğimiz bağlantılar. 
                 Bir başka deyimle, iki tutum var: Düzyazı ve şiir. Kelimeleri bir şeyi adlandırmak için kullanan yazardan istenecek şeyi, onları bir başka türlü kullanan kimseden (yani, bir araya geldikleri zaman tuval üzerindeki renkler gibi, yeni etkiler yaratan nesneler gibi kullanan) isteyemeyiz.
 
                 Onun için, bir ozanı insanlık sorumluluklarını bir ozan olarak üstlenmedi diye kınayamayız. "Ben ozanım sadece," demesini kınayabiliriz, yani, insan olarak sorumluluklarını bilmemesini. Ama, ozan olarak toplumsal bir savaşa ya da kuruluşa katıldı diye kınayamayız.
                 Biz düzyazı sanatı alanında kalacağız. Almanya'da Nazi baskısı varken, yazar olsun olmasın, bütün Nazi düşmanı Almanlara, hayır demek, kötülemek, karşı koymak ödevi düşüyordu. Ama, yazarlık işlerini görmeleri ellerinde olmadığı için başka türlü hayır diyor, kötülüyorlardı. Gizli dernekleri ve eylemleri olabilirdi. Örneğin, profesör iseler, bir Yahudi profesör üniversiteden kovulunca, üniversiteden ya da dekanlıktan ayrılabilirlerdi. Şöyle bir insan düşünülebilir:bir gizli derneğe bağlıdır; bu alanda varlığını haklı gösterecek bir şekilde hayatını tehlikeye atarken, öte yandan, vakit bulunca, hiçbir politik anlam taşımayan eserler yazmıştır. 
                 Bunun tersine olarak, işgal sırasında bir çok yazar gizli dergilere katıldı ve sadece bu çalışma ile yetinen yazarlarda, doğrudan doğruya savaşa katılanlar karşısında bir aşağılık duygusu vardı her zaman: Sanki, edebiyat planında karşı koymak yetmiyormuş, bu sadece bir "edebiyatmış" gibi.
 
                 İki edebiyat arasında bir salıntı var sanki: bu anlayışlardan birine göre, edebiyat, insanlığın durumuna sıkı sıkıya bağlı bir şeydir, böyle olunca da, insanların bütün sorumluluklarını içine alır ötekine göre, halk arasında söylendiği gibi, edebiyat yapmak, yani konuşmak için konuşmaktır. Böylece edebiyatın ne olduğu pek iyi bilinmediği için, yazarlar arasında bile geçer akçe olan bir düşünceye göre, yazar sorumsuzdur. Bu düşünceye göre bir şeyi adlandırmak, ona dokunup geçmektir.
 
                 İşte masanın üstünde bir bardak. Bu bir bardaktır, diyorum. Adını söylüyorum size. İlk bakışta bize öyle gelir ki, benim bu adlandırmam bardağın hiç umurunda değildir. Ona verdiğim ad değiştirmez onu, neyse yine odur, benim sesimin soluğu onun durumunda hiçbir değişiklik yapmamıştır. Böylece, konuşmak, nesneleri, dünyayı değiştirmediğine, kelimeleri yan yana getirmek durumları bozmadığına göre, yazar sorumsuzca konuşabilir. Madem, edebiyat sözle bardağı değiştiremiyor, yapacak bir iş kalıyor: O da, kelimelerle bardağı kopya etmeye çalışmak, gerçekçi ressamın renkleri kopya ettiği gibi. Bu da ne olacak: Bardağın bendeki türlü izlenimlerini anlatmak. Böylece, konuşmak, işin ve gerçeğin kıyısında, gerçeği değiştirmeden yansıtan bir anlamlar dünyası kurmak olmuyor mu? Edebiyat da, tıpkı bilinç gibi bir gölge-olay sayılmış oluyor.
                 Bu görüş kötü bir aldanmaya dayanıyor. Bunu kötülüğünü ortaya koyabiliriz. Ama daha önce, sözle yazının, bir yazarın bilinçli veya bilinçsiz, açık veya kapalı amaç ve ereklerini bilmeliyiz. Biz de, ilkin onu inceleyeceğiz.
                 Düzyazı bir düşünce davranışıdır. Düzyazıda bakış, kelimenin arasından geçip anlatılan nesneye doğru ilerler. Kelime, bir düşünce taşıtıdır sadece. Görevimizi yaptı mı onu unuturuz.
                 Her birimiz, Descartes'ın, örneğin, cogito üzerindeki kuramını açıklayabiliriz, bunu yaparken kullanacağımız kelimeler Descartes'ın düşüncelerini tam olarak verdiği halde, Descartes'ın kullanmadığı kelimeler de olabilir: kullanacağımız kelimeler düşüncenin hizmetine girmiş kelimeler olacaktır.
                 Denilebilir ki, her düşünce değişik, ama eş değerli birçok biçimlerle anlatılabilir. Demek oluyor ki, "konuşma" bir düşünce veya nesneyi gösterir, bir başka deyimle, yüzlerinden örtüyü kaldırır. Konuşma, insanın örtü kaldırma, açığa vurma işidir. Kendim için de, başkaları için de, kelime, bir nesneyi karanlıktan çıkarır, onu bizim hayatımıza mâl eder. Bardak dediğim zaman, görünüşte bir şey değiştirmiş olmuyorum, doğru. Aslında, bardak dediğim zaman, aslında onu kendim için de, başkası için de karanlıktan çıkarmış oluyorum. Onu belki görmemiştiniz ya da toplu bir algı içinde bardak kaybolmuştu. Bundan ötürü, ben bardak der demez, bu sözümle, ne kadar küçükten de olsa, dünyanız değişmiş oluyor. O anda sizin için, biraz önce yok olan bir şey var oluyor. Adını söylememle birlikte, bardak, dünyanıza atılıyor ve şimdi onunla bir alışverişe girmiş oluyorsunuz.
                 Bir tek söz (bir telefon numarası, bir adres ya da bir insan adı) elde etmek için insana edilen işkenceleri düşünürseniz, bir şeyi adlandırmanın ne kadar önemli olduğunu, bunun bir şeyi değiştirmek olduğunu görürsünüz.
                 Önce, bir bilinç, bir kültür, bir insan bilgisi alanında bir nesneyi araçsızken araçlı bir duruma getirmektir bu. Hepimiz nice işler yaparız ki, bunlardan sorumlu olmak istemediğimiz için, bilmezlikten geliriz onları.üstünde durmadan yaparız, örtbas ederiz. Ömrümüz, adını vermek istemediğimiz için örtbas ettiğimiz işlerle doludur. Bir şeyin sözünü etmemek, onu düşünmeden, bilincimize mâl etmeden, geri dönüp ne yaptığımızı görmeden yapmaktır. Onu yaparız ama, yaptığımızı görmezden geliriz.
                 Bu türlü işlerden birini adlandırmak, onu hemen, yapana mâl edip, "işte senin yaptığın bu, ne halin varsa gör," demektir. Adlanan şey masumluğunu kaybeder. Dil, bir bakıma masumlukları ortadan kaldırır ve insanı sorumlulukları ile karşı karşıya koyar.
                 "Zenciler eziliyor," demedikçe, zencilerin ezilmesi bir şey demek değildir. O âna kadar kimse bu durumun farkında değildir, belki zencilerin kendileri bile. Bir tek kelimedir buna anlam kazandıran.
                 Komşumun davranışına bir ad koyduğum zaman, ne yaptığını bilir artık, üstelik bunu benim bildiğimi de bilir. Bu yüzden de bana olan davranışı değişir. Başkalarının da bildiğini, ya da bileceğini bilir. Ve yaptığı iş öznellikten çıkıp nesnel bir anlam kazanır.
                 Düz söylediği ve her şeyin adını verdiği için, edebiyatın yaptığı, araçsız olmayan, düşünülmeyen belki de bilinmeyen bir şeyi düşünce ve nesnellik ortamına getirmek demektir.
                 Konuşurken, bir şeyleri değiştirdiğini bilir insan hiçbir şeyi değiştirmeden konuşmak mümkün değildir. Bir şey söylemeden konuşursam, o başka. Bir şey söyledim mi, değiştiriyorum ve değiştirdiğimi biliyorum, demektir. Parma Manastırı romanındaki şu çok güzel, çok anlamlı cümleyi bilir misiniz? Sanseverina ile Fabrice arasında anlatılmaz, belli belirsiz bir duygu vardır. Bundan ötürü, kont Mosca da büyük kaygılar içindedir. İkisini alıp götüren arabaya bakarken, kont: "Aralarında aşk sözü geçti mi, yandığım gündür," der. Ne demektir bu? Bir şey adlandırıldı mı, oldu bitti demektir. Yalnız adının konması yetiyor.
                 İşte bunun gibi, yazar, istesin istemesin, insanlar arasındaki belli belirsiz ilişkilere, sevgi, düşmanlık; toplumsal ilişkilere, ezme ya da dayanışma gibi adlar veren adamdır. İstesin istemesin, diyorum. Çünkü, yazar, bir şeyin sözünü etmekten kaçınabilir. Ama, susmak da bir sözdür. İnsan bir kez konuşma dünyasına girdi mi, susma da kelimelerle tanımlanır. Susma bir çeşit kelime bağıntısıdır ve bir şeyi anlatır. Susmak da bir çeşit konuşmaktır. Dilsizin sustuğu söylenebilir mi? 
                 Bir yazar, dünyanın şu ya da bu durumu üstüne söz etmedi mi, ona sorabiliriz: Niçin şundan söz ettin de bundan etmedin? Madem bir şeyler değiştirmek için konuşuyorsun, -çünkü başka türlü konuşulmaz.-
 Niçin şunu değil de bunu değiştirmek istiyorsun? Niçin posta pullarının baskısı değişsin istiyorsun da, Yahudi düşmanı bir memleketteki baskının değişmesini istemiyorsun? Her zaman şu soruya karşılık vermesi gerekir: Değiştirmek istediğin nedir? Niçin o değil de bu? 
                 Onun için yazara sormalıyız: Niçin ve ne üstüne konuşmak istiyorsun?
                 Ama, bunlardan başka yazar, kelimeleri güzel olacağını umduğu bir düzene sokarak konuşan adamdır. Bunu niçin yapar? Bana kalırsa, bir yazar, Hegel'deki bilinçlerin birbirini bulması anlamında, başkalarıyla buluşmak için yazar.
                 Bir şeyi estetik sunuluşu çok yanlış anlaşılmıştır bence. Estetikte her zaman bir uzaktan sunma, nesneyi seyirciden uzak tutma vardır, burası doğru. Boileau: "Sanatın aynasında güzelleşmeyen hiçbir canavar yoktur," der. Bu, demektir ki, sanatçı bir sanat eserinde bir yarayı, bir çirkinliği ya da bir haksızlığı gösterdiği zaman, seyirciyi, yardım ya da para istemede olduğu gibi, doğrudan doğruya çiğ duygularla etkilemeyi gözetmez. Bundan ötürü bir nesnenin estetik sunuluşunun, sadece insanı bağlamayan bir sunuş, yalın bir sunuş olduğu sanılmıştır. Bu da, yazarın sorumsuzluğu anlamına doğru bir gidişe yol açmıştır.
                 Estetik beğeninin ne olduğunu anlamaya çalışırsak, bu sunuşun ne olduğunu da anlayabiliriz belki. Yazar, yazdığının acı, şaşkınlık ya da korku ile ciğerinden çıkan bir haykırış gibi değil, düzenli bir yaratışın verisi olarak bilinmesini ister. Düzenli yaratış ise, iki anlamda özgür bir yaratış demektir; önce şundan ötürü özgürdür ki, bir şey yaratıyoruz demek, tanımlama gereği, o şey yaratılmadan bir an önce tam anlamı ile yoktu, demektir. Yaratma olan yerde, bir an önceki görüşe kıyasla bir yenilik var demektir. Sonra da düzenli olma anlamında, yani kendi yasalarını kendi yapan bir iş olarak görünür.
                 Burada özgürlüğün iki anlamı ortaya çıkıyor: Yasaların etkisi altında değil de, yasaların temsili yoluyla iş görme olanağı ve bağımsızlığı. Bu ikili niteliği dolayısıyla yazar, bir nesneyi bulur ya da yasalara göre yaratırken özgür bir yaratışın adamı olmakla, bağımsız bilinmek ister.
                 Öte yandan, okuyucu, kitap ya da sanat eseri üstünde bir olay yargısı değil, bir değer yargısı yürütür. Âdettir, bir kitap ya da bir tiyatro eseri üstüne konuşulurken iş sarpa sardı mı, ev hanımı, konuklarına bunun bir beğeni sorunu olduğunu söyler. Bu kitabı seviyorum ya da sevmiyorum, demek terbiyesizlik sayılmaz; çünkü, karides ya da domates seviyorum ya da sevmiyorum demek gibi bir şeydir bu. Ama, bu kitap güzeldir ya da çirkindir, dediniz mi, iş değişir.
                 Bu kitap güzeldir, dediniz mi, bu onu güzel bulmayanları suçlu sayıyorum, ya da içinde bulunduğum toplumun bu kitabı güzel bulmasını istiyorum, demektir. İşte, kırıcı olan bu istektir. Bir istek, ne türlü olursa olsun, karşımızdakinin özgürlüğünü önceden kabul etmektir her zaman. Bir insandan ancak elinde olan bir şey istenebilir. Bir insan özgür değilse, ondan güzellik yarısı isteyemem: Çünkü o adam, bu yargıda beğenilerinin kölesi olacaktır. Ben kendim de, bu kitap güzeldir, sözüyle karşımdakinin onu güzel bulmasını isterken, demin dediğim gibi, kendimi düzenli bir yaratış karşısında, benim özgürlüğüme başvurulmuş durumda görürüm. 
                 Benim özgürlüğüme niçin başvuruluyor? Çünkü, benden, bu güzeldir, diye genel bir yargı isteniyor. Benden istenen kendi tekniğim, tutkularım, alışkanlıklarım alanında duygulanmam değil; birdenbire kendi dışıma çıkmam, genel bir alana girmemdir. Demek ki, özgür sayıldığım için başvuruluyor bana. İşte estetikte, bu bakımdan nesneden bir uzaklaşma, güzelle insan arasında bir ara vardır Bu demek değildir ki, benden haksızlık karşısında öfkelenmem istenmiyor, her şey benim tarafsızlığıma sunuluyor, hayır. Benden istenen, yargımın bağlanması, ama özgürce bağlanmasıdır. Başvurulan, benim çiğ duygularım değil, insan yanım, yani özgürlüğümdür.
                 Demek ki, estetik yargı, üç şeyi kabul etmek oluyor: Biri karşımdaki özgürlük, yaratıcının özgürlüğü. Öteki karşımdaki nesne ile benim ilişki kurmam, kendi özgürlüğüm. Üçüncüsü de, aynı koşullarda, başkalarının da aynı özgürlüğe sahip olması gerekliliği. Bundan ötürü, estetik ortamda düşünülen bir kitap, bir özgürlüğün bir başka özgürlüğe seslenişi; estetik beğeni de, nesne karşısında özgürlüğün uyanması, bilince varmasıdır.
                 Edebiyat da insan özgürlüğünün sürekli bir belirtisi olduğuna göre, bir kara edebiyat vardır demek yanlıştır. İyi ya da kötü edebiyat vardır, o kadar. Edebiyat iyi ise, hiç de kara değildir. Çünkü, gösterdiği şeyler ötesinde, okuyucularını, özgür bulundukları ortama çağırır, kendilerine gösterileni değiştirebilecekleri ortama. Bu gösterilen şey, psikolojik ve öznel ayıplarsa kendilerinde; toplumsal haksızlıklarsa dışarıda, dünyadadır. Böylece, yazar kendi özgürlüğünü tanıyacak bir başkasının özgürlüğüne baş vuran adamdır. Özgürlük, seyrine bakılan bir şey değil de, gerçekleşen bir şey olduğuna göre, bu başvurma, değiştirilmesi istenen bir şey dolayısıyla olur.
                 Yazarla politikacıyı bir an için karşılaştıracak olursak, görürüz ki, politikacı özgürlüğü gerçekleştirmek amacını benimseyebilir; ama onu gerçekleştirmek için zor'dan başka yolu yoktur. Bu zor en aza indirilebilir, ama ortadan kaldırılamaz. Çünkü, onu, en azından getirmek istediği özgürlüğü çiğnemek isteyenlere karşı kullanması gerekir. İşte, o hep konuşulan soruna geldik: Demokrasinin düşmanlarını demokrasi için tutmalı mı? Yazarsa, tersine, öyle bir ortamdadır ki, orada politikacı gibi, özgürlüğü, insan haklarının gerçekleşmesini istemekle beraber, zor kullanmak zorunda değildir, buna yanaşmaz da.
                 Kelimelerin zorbalığı yok değildir: O da, yalan söylemek, gizlemek, örtbas etmektir. Ama orada artık edebiyat ortamında değil, propaganda ya da reklamcılık ortamındayız. Bir eserin güzel olmasını istiyorsak, özgürlüğe zor kullanmadan seslenmek istiyoruz demektir.
                 Böylece, yazarın sorumluluğunu kabaca tanımlayacak bir duruma geldik. Yazar edebiyat ortamındaysa, yani yazıyorsa, özgürlüğün hep tehlikede olduğu bir dünyada, özgürlüğü belirtme ve ona seslenme görevini üstüne almış demektir.
                 Bu ortama girmeyen bir yazar suçludur. Sade suçlu olmakla kalmaz, çok geçmeden, yazar olmaktan da çıkar.
                 İşgal sırasında görebildiğimiz en meraklı olaylardan biri, Drieu La Rochelle'in gittikçe artan şaşkınlığı oldu. Aldanmışların şüphesiz en içtenlerinden ve belki de en acınacaklarından olan Drieu La Rochelle'in bir dergisi vardı. Bu dergide, ağzı tıkalı insanlara, kendine karşılık veremeyen, kendine çatarken baskı altında olan insanlara, sürekli olarak hakaret yağdırıyordu. İşte, bu adam, büsbütün kör olmadığı için, yavaş yavaş şaşırdı, bir yazıdan ötekine, önce öfkelere, sonra korkulara kapıldı, sonunda dergiyi bıraktı. Çünkü, kendisine karşılık veremeyen insanlarla konuşuyordu, çünkü yazdıklarını yayımlama özgürlüğü olmayan insanlara çatıyordu. Sesi, işte bundan ötürü kesildi. İnsan çölde yazmaz, konuşmaz.
                 Böylece, yazarın istediği bu olduğuna göre, her zaman için insan özgürlüğünden sorumludur, diyebiliriz. Evet ama, burada çok daha somut ve çok daha güç sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu durumda, yazarın, merhum M. Benda gibi, papazca köşesine çekilip, kalabalık her zaman haksızdır, diye, kalabalığa karışmadan, "ezelî" iyilik, "ezelî" doğruluk, "hak, hakikat", "edebiyat" kavramlarını yansıtması mı gerekecek? Nazilerden, İspanya'dan, ezilmiş memleketlerdeki ayaklanmalardan, Yahudi meselesinden, işçi sınıfından, yaklaşan savaştan söz açarsa, edebiyata ihanet mi etmiş olur?
                 Yazar her şeyden önce, "ezelî" değerlerin bekçisi değildir, çünkü, özgürlük somut bir şeydir.
                 Bir kitap özgürlüğe sesleniştir, dediğim zaman, soyut bir özgürlüğe, insanın sadece bir çeşit fizik-ötesi güç olan bir özgürlüğe sesleniş demek istemiyorum. Böylesi bir özgürlüğü bilmiyoruz. Ona felsefe kitaplarında rastlıyoruz. Ama, hiç kimsenin, salt "ezelî", renksiz bir özgürlüğü elde tutmak niyetiyle, düpedüz bu niyetle çalıştığı görülmemiştir.
                 Bir şey uğrunda savaştığımız zaman, o şayi öyle bir isteyiş vardır ki, onu isterken bir bakıma, özgürlüğü de istemiş oluruz. Sadece bir bölük insanın düşünce seviyesini yükseltmek için, bu adamların ya da başkalarının belli haklarını istemek için savaşabilir insan. Ama, bunu yaparken, insan özgürlüğünü belirtmiş, devam ettirmiş, öne sürmüş oluruz.
                 Buna karşılık, genel olarak, özgürlük üstüne yazmakla kalırsak, biraz sonra göstereceğim gibi, sadece baskıya, zorbalığa yardım etmiş oluruz. Çünkü, özgürlük adına bütün toplum ezilebilir.
                 Özgürlük, günü gününe, bağlı olduğu somut işler içinde, somutça kazanılabilir. Bundan ötürü de, bir yazarın bağlanmasından, sorumluluğundan söz ettiğimiz zaman, soyut bir özgürlük adına bağlanma değildir bu. Yazarın eserinde ortaya koyduğu özgürlük, somut bir şey isterken kendi kendini isteyen bir somut özgürlüktür. Bizden istediği, belli bir olay dolayısıyla somut bir öfke, belli bir kurumun değişmesine çalışmaktır.
                 Bu söylediğimin iyi anlaşılması için, bazı tarihsel düşüncelere girmemiz gerekir. Çünkü, aslında, size demin dediğimin dışında, yani edebiyatın özgürlüğü sürdürme olması dışında, yazarın a priori bir sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk çağdan çağa değişir. Ya da şöyle diyelim: Sorumluluk derecesinden sorumlu olan sadece yazar değil, içinde bulunduğu toplumdur da. XVIII. yüzyılda ya da XV. yüzyıldaki bir yazar, XX. yüzyıldaki bir yazar gibi sorumlu değildir. Ortaçağ dediğimiz bir çağda yazar, "ezelî" iyiliği görebilir, daha doğrusu, "ezelî" iyiliği gördüğü sanısında olabilirdi.
                 Niçin? Çünkü, toplum bölükleri arasındaki dayanışma zayıftı. Çünkü, az çok tek başına yaşayan küçük bir azınlık, içine kapalı kalem adamları topluluğu düşünülebilirdi. Çünkü, eserler, seçkinler dışında az okunurdu. Bu seçkinler için de hazır bir ideoloji, Hıristiyan ideolojisi vardı. Çünkü, üstelik, bu ideolojiyi sürdüren değişmez, sapasağlam bir güç, Kilise ya da Krallık vardı. Yönetici sınıflarda ideoloji ne kadar güçlü olursa, her zaman bu sınıflarla bağı olan yazarın sorumluluğu o ölçüde azalır ve yazar, o ölçüde bu ideolojinin bekçisi olmakla kalır. Bu ideoloji, kendini hep değişmez belirttiğine göre, yazar da, ister istemez, değişmez değerlerin seyircisi olur.
                 Demek oluyor ki, yazar, dediğim gibi, bazı çağlarda, baştaki sınıfların ideolojisini ve değerlerini, görünüşte olsun, ayakta tutmakla yetiniyordu. Ama, yazar olarak onları aşıyor, çünkü, bir özgürlüğe sunuyordu onları. Eseri insan özgürlüğüne sürekli bir seslenişti. Çünkü, salt bu ideoloji ve değerleri ortaya koymak, onları göz önüne sermek, tartışma konusu yapmak, sadece adlarını söylemekle, farkına varmadan, kendiliğinden, insanları onları aşmaya çağırmış oluyordu. Bir ideolojiden, bir nesneymiş gibi söz etmek, onu biraz olsun aşmaktır.
                 XVIII. yüzyıl gibi bir çağ alalım, örneğin. Bu çağda, bir ideoloji temizlenmesini, bir sınıfın bir başka sınıfın yerine geçtiğini, yalnız eleştirme yoluyla bir ideolojinin kendi kendini yıktığını görüyoruz.
                 Bu durumda yazar tarihin gidişi yönündedir. İdeolojileri ortaya koyma, eleştirme ve bir özgürlüğe sunma çabası, toplumun içindeki bir sınıf değişmesi dolayısıyla kendiliğinden oluşan bir eleştirme çabasıyla birlikte yürür.
                 XVIII. yüzyılda, Rousseau, Voltaire gibi yazarların ne tür sorumluluklar yüklendiklerini bilirsiniz. Yalnız o çağ bir temizleme çağıydı. 
                 XIX. yüzyıl ise, tersine, devrim kargaşalığının sonu, yeni bir ideolojinin, liberalizm ideolojisinin başlangıcı oldu. Bu ideoloji de, herkese tanınan politik haklara, çalışma temeline dayanan bir seçkinlere, ilerleme ve para biriktirme kaygılarına bağlanıyordu. Bu çağda, yazar, ortaçağda olduğu gibi, ideolojisi sağlam ve değişmez bir sınıfla uzlaşacak yerde, XVIII. yüzyılda olduğu gibi, yükselen ve eski ezilmişlerin ideolojisini temizleyen bir sınıfla uzlaşacak yerde, yarattığı sınıfla anlaşmazlık halindedir, bu ideolojiye karşıdır. İşçi sınıfı üzerinde etkisi yoktur, ya da onun hiç farkında değildir. Kendini çıkaran, kurulu ve sağlam bir ideolojisi olan sınıfı düşünceleriyle beslemediğinden, soyut değerlerin seyrine dalmak durumuna, yani kısır bir özgürlük çağrısına düşmüştür.
 
                 Değiştirme kaygusu olmadan özgürlük istemek, güzel bir eser karşısında bir an için kendi özgürlüğünün tadına varmak: İşte bu, sanat için sanat yapmak dediğimiz şeydir. Faydalıya, makinelerin ilerlemesine, sınıfa karşı yaratıcı özgürlüğü istemenin bu türlüsü hem burjuvaziye karşı, hem de burjuvazi çıkarıyla bağlı olmaktır bir çeşit.
                 Öfkeleri, kendi darlığı, kafasızlığı ve zevksizliğinden yana bir yazara para vermek burjuvazinin işine gelir; oysa, bu öfke, düpedüz baskıdan doğarsa, kendisi için çok daha belalı olur. Böylece, sanat için sanatı yaratan durum kendi sınıfıyla uzlaşamadığı için, kimseye yardım edemeyen bir yazarın çaresizliğidir. İşte, yazarın sorumsuzluğu görüşü de buradan doğar. Bu görüşe göre, yazar sadece yaratmakta serbesttir, kimseyi incitmeden yaratmakta değil. Önce de söylediğim gibi, masum edebiyat olmazsa, Saint-Just'ün dediği gibi, nasıl masumca devlet yönetilmezse, masumca konuşulmaz da, yazılmaz da. Yazarlar sanat için sanat durumunu uzun zaman sürdürmekten suçludurlar.
                 Bugün, durum iyice değişmiştir. Çünkü, kimse, ne sorumsuzluğa, ne de sanat için sanata inanıyor artık. Örneğin, Alman işgali birçoklarına edebiyatın demokrasiye bağlı olduğunu gösterdi. Özgür insanlar karşısında özgürce yazamıyorsanız, hiçbir şey yazamazsınız. Sözünü ettiğim Drieu La Rochelle örneği gibi, işgale karşı koyan yazarlar örneği de şunu gösterir: Edebiyat demokrasiye öyle bağlıdır ki, onu koruması gerektikten başka, demokrasiye silahla sarıldığı zaman edebiyatı silahla koruması gerekir.
                 Görüyorsunuz ki, yazarlık, davranışı belli bir insan toplumunu gerektiriyor. Bu davranış bütün toplumlarda mümkün değildir; bir baskı toplumunda edebiyat yoktur. Nazi Almanyasının edebiyatının ya da Faşist İtalya edebiyatının bu kadar kötü olması bir rastlantı değildir.
                 Bir de şu var ki, çağımızda okuyucu alabildiğine artmıştır. Ama, bu artış, göreceğiniz gibi, yüzeydedir. Demin size bir tek dünyadan söz ediyordum. Demek ki, bugün garip bir olay karşısındayız: Ünlerini henüz hak etmemiş ya da belki hiçbir zaman hak etmeyecek olan yazarların -ki, ben de, benim kuşağımdan birçokları da onlar arasındadır- daha şimdiden, örneğin XIX. yüzyılın birinci sınıf yazarlarından daha çok okuyucuları vardır. Baudelaire'i sağken bilen küçük bir çevreyi düşündükçe insan yabancı dillere çevrilmekten utanıyor bugün. Ama bu olayın şundan başka anlamı yoktur. Bugün, gazeteler var, radyo var, sinema var. Var ama, bunlar okuyucu çevresini genişletmekle yazarı daha büyük bir sorumluluk durumuna sokuyor; yani yazar daha çok şey bilmek, daha çok şeylerin sözünü etmek zorunda kalıyor. 
                 Bir yandan da yazar, bugün burjuva sınıfından çıkmakta devam ediyor, öyle olmasa da, okuyucusunu burjuva sınıfında buluyor. Burjuva sınıfı sözü, politik havasıyla sizi rahatsız ediyorsa, şöyle diyelim: Yazar, okuyucusunu baştaki toplum katlarında, serbest meslek adamları dediğimiz seçkinler arasında buluyor. Hekimler, avukatlar, noterler, memurlar, öğretmenler karşısında konuşuyor. Ama bu toplum katları, bugün, ideolojilerinin yıkılışını görüyorlar. Şaşırtıcı bir devrim içindeyiz. XVIII. yüzyılda yazar,yükselen, kendi bozukluklarını, kör inançlarını eleştiren bir sınıfın sözcüsüydü. XIX. yüzyılda yazar, tanımadığı bir işçi sınıfının da, sağlam bir ideolojisi olup, ondan sadece güzellik isteyen bir burjuva sınıfının da dışında buluyordu kendini.
                 Bugün, yazara başvuranlar, dünyanın bütün yazarlarına öğüt, yardım, ideoloji istemek için mektup yağdıranlar yine burjuvalar, iyi niyetli burjuvalar, aydınlar, serbest meslek adamlarıdır. Bunlar, burjuva ideolojisinin yıkılışı karşısındadırlar, liberalizmin vaktini doldurduğunu, lissez faire yerine, her yerde plancılığın, bireycilik yerine, devlet elinin geçtiğini biliyorlar; malları mülkleri bakımından eski rahatsızlıkları kalmamış, çoğu da zaten varlıklarının büyük parçasını yitirmişlerdir. 
                 Bu iyi niyetli insanlar yazarlara başvuruyorlar ama, yine de burjuvadır bunlar. Okuyucu onlardır ve yazarı, ister istemez, hâlâ başta olan, ama kendini yıkan bir sınıf için yeniden bir ideoloji kurmak zorunda bırakıyorlar. Öte yandan, yazar, ulusal toplulukların en önemli parçası olan köylülere ve işçilere ulaşamıyor. Aralarındaki ayrılık belki her zamankinden daha da çok bugün. XIX. yüzyılda burjuva sınıfına neden ulaşamıyorsa, işçi ve köylü sınıfına da aynı nedenlerden ulaşamıyor; çünkü, köylülerin ve işçilerin en etkin, en uyanık olanlarının kurulu bir ideolojileri var. işçi toplumu kapalı bir toplum olarak örgenleşti; bir savaş ideolojisi de var: Gerekircilik, materyalizm.
                 Yazar, görevi gereği, özgürlüğü öne sürdüğü ve istediği sürece, baştaki sınıfa da, başka bir sınıfa da ideoloji sağlayamaz. Sağlasa da hâlâ ezilmiş durumda olan insanların kurtulmasını isteyen bir ideoloji sağlayabilir. Öte yandan da kurtulmasını istediği insanlara sözünü dinletebilmesinin tek koşulu, bir partiye girmek, propagandacı olarak çalışmak. Sanatının propaganda olmasını kabul etmek, yani edebiyatın ölümünü istemek ve yazar olmaktan vazgeçmektir. Demek oluyor ki, yalnız burjuva sınıfına hitap etmeyi kabul edemez. Ötekilerden söz etmesi, ötekiler için konuşması, ötekilere seslenmesi gerekir. Ama bunu da yapamıyor. Yazar olarak onların kurtuluşunu istemesi gerektiğine göre, sorumludur. Ezen sınıflardan çıkmış, ya da onlara bağlı olduğu için, kendini suçlu hissediyor, buna karşılık, ortadan kalkmakta olan, hâlâ başta bulunan ve ezen bir sınıf olduğunu anlayan sınıfın iyi niyetli insanlardan başka sözünü dinleyen de yoktur. Asıl konuşmak istediği inanlar kendini dinlemiyorlar.
                 Yazarın bugün nelerden söz etmesi gerektiğini araştırırsak, işler büsbütün sarpa sarar. Kendisi 1789 devrimini yapan sınıftan gelmedir; ona ister istemez bağlıdır. Çünkü, insan, canı istedi mi, burjuvalıktan çıkamaz ve karanlık özgürlük destanının, yani 1789'un kaynağındaki ilkeleri yansıtır: Habeas Corpus, tekin esenliği, düşünce özgürlüğü, politik özgürlük. Bir yandan da anlamaya başlamıştır ki, bu ilkeler milyonlarca insan için düpedüz bir aldatmacadır. Lousiana zencisi için aldatmaca, Meleun fabrikası işçisi için aldatmaca, onlara bu ilkelerden söz etmek aldatmacadır. Habeas Corpus'un politik düşünce özgürlüğü ya da politik özgürlük ilkelerinin bir anlamı olabilmesi için ekonomik ve toplumsal planda daha toptan bir kurtuluş gerektiğini bilir. Onun için, bir yazar düşünce özgürlüğünü savunduğu zaman, ne kadar haklı da olsa, hiçbir zaman içi rahat değildir. Çünkü, savunduğu özgürlük, bir bakıma yalnız kendi özgürlüğüdür. İşi gücü kösele delmek olan bir kadın için düşünce özgürlüğü ne demektir? Demek ki, yazar, bazı demokratik ilkeler adına, birtakım haksızlıkları reddetmekle beraber, daha derin bir kurtuluş gerektiğini de bilir. Bu daha derin kurtuluş istenirse, dediğim gibi, komünist partisine girmeden kendilerini dinletemezler. Üstelik, işçi toplumu kurumlarının bir kısmı, işlerin yürümesi için makyavelizmi, zorbalığı, uyarcılığı, genel olarak, "iyiye varmak için kötüyü kullanabilirsin," öğretisini benimsemişlerdir. 
                 Bu kurumlar işçileri buna götürdüler ama, bu, şunun bunun kötülüğünden değil. Çünkü, savaş ve zor kullanma işleri, önünde sonunda, bu ilkelere başvurur. çünkü, varılması gereken amaç, bütün insanoğlunun kurtuluşudur, bu kurtuluşa da şiirler düzerek, ya da günün birinde, birbirini kucaklayarak varılmayacaktır. Demek, bir kavga, bir savaş var. savaş zorunluluğu, ister istemez, makyavelciliği öne sürer. Sadece ahlâk ahlâk diyerek iş görülmeyeceği meydandadır. Ne var ki, zavallı yazar derin çelişme ve uyuşmazlık içindedir. Sözünü ettiğimiz kurumlarla amaç bakımından beraberdir, tamamiyle beraber; çünkü o da özgürlüğü istemektedir. Ama, onu yetiştiren, ona kendi ilkelerini öğreten burjuvazi ile de anlaşma halindedir. İlkeler de özgürlük ilkeleridir, iyiye varmak için kayıtsız şartsız bütün kötü yollara karşıdırlar. Yazar, yazdığı sürece, ahlâkı öne almak zorundadır. Ahlâk değerlerinin her çeşit makyavelcilikten üstün olduğunu söyler. Ne var ki, ezen, aldatan durumuna düşmek istemiyorsa, ahlâk değerleri adına bütün ezilenlerin, işçilerin, Yahudilerin, zencilerin, sömürge halkının, yersiz işgallere uğrayan memleketlerin kurtuluşunu istemek zorundadır.
                 Bu kurtuluşları düpedüz isterse, sözleri söz olarak kalmayacaksa, işgal altındaki bir memleketin kurtulacağına nasıl inanabilir? Ezilen zencilerin, ya da sömürge halkının kurtulacaklarına nasıl inanabilir? Bunu istediği anda işe atılmak, zora başvurmak ve sonunda, kötülediği makyavelciliğe düşmek zorundadır. Tersine, bir yandan, ezilenleri kurtarmalı, der, bir yandan da makyavelciliği kötülemekle yetinirse, o zaman, ya havada konuşmuş olur; ki bu taktirde düpedüz dokunaklı bir ülkücüdür; ya da yaptığı, balığı suda boğmaya benzer bir manevradır. İki durum da kötü olduğu için, yalpalar durur. Çoğu yazarların bugünkü durumu şudur: Kimi zaman makyavelcilikten iğrenir, onu nerede olursa kötüler, onu bir bakıma haklı gösteren amacı unutur, böylece de, istemeye istemeye de aldatmacalara düşer. Habeas Corpus adına şu veya bu işi kötüler ama, görmezler ki, bugün sorun hiç de Habeas Corpus sorunu değil, çok daha karışık, çok daha derin bir sorundur. Kimi zaman da, amacın büyüsüne kapılır ve insanları kurtarmak için her şeyi yapmak gerektiğine inanırlar, o zaman da vicdan azabı çeker, aşağılık duygularına sürüklenir ve amaca götüren yolları yargılamaksızın kabul ederler. O zaman, ahlâk değerlerinin yıkılmasına yardım eder, makyavelciliği daha da köklü olarak haklı çıkarırlar. O zaman, yazar yazar olmaktan, ozansa ozan olmaktan çıkar ve bir propagandacı durumuna düşer. Ahlâk değerlerini yıkmaya hepimiz yardım ettik. Biz yazarlar, hepimiz, makyavelciliğin baş tacı olmasına yardım ettik. Çünkü, amaç dolayısiyle hepimiz kendimizi küçük görüyoruz; çünkü, biz XVIII. Yüzyılın bireyci ahlâkı ile toplumsal bir ahlâk arasında bocalıyoruz. Çünkü, biz, amaçla amaca götüren yollar arasında bir seçme yapmak zorundayız.
                 Ya da ne oluyor, susuyor insan. Bugün, bir çok memlekette, özellikle Fransa'da, bir susma kumpası var. amaçlar, ya da amaçlara götüren yollar bakımından yazarlar hep bir vicdan rahatsızlığı içindeler, bu yüzden de hep bir şeyleri söylemeye yanaşmıyorlar. Öyle yazarlar var ki, Sovyet Rusya'dan, yani amaca götüren yollardan korktukları için bazı haksız işgalleri, ya da İngiltere'nin Filistin'de veya Yunanistan'daki bazı davranışlarını kötülemiyorlar. Buna karşılık, kimi yazarlar da var ki, kapitalizme karşı oldukları ve her şeyden önce amacı güttükleri için Sovyet Rusya'nın başvurduğu sürgünler ya da işgali altındaki memleketlerde seçimlere verdiği biçim karşısında susuyorlar. Demek, susma var bu işte; anlaşılan, her şeyi birden açığa vuramıyorlar da ondan. Savaş konusunda susma var. kimi yazarlara göre, Amerika savaş hazırlıyor. Ama, Habeas Corpus adına önleyici bir savaş pek hoşlarına gideceği için bu hazırlığı susmakla geçiştiriyorlar. Kimi yazarlar, Rusya'nın savaş hazırladığı kanısındalar, ama, savaş, ne de olsa devrimi hazırlayabilir diye, susuyor onlar da. Öyle oluyor ki, bu iki memleket, savaş hazırlıyorlar mı, hazırlamıyorlar mı bilmem ama, savaşı rahat rahat hazırlayabilirler, kimse de kalkıp, bunu yapmanın doğru olmadığını ulu orta söyleyemez.
                 Böylece, yazar nasıl kullanacağını bilmediği bir sorumluluk içinde ve belki de bugüne kadar, insanları düşündüren sorunların en yalınları karşısında, bu durumda bulunuyor. Hemen söyleyeyim ki, yazarı fazla ilginç göstermek niyetinde değilim, onun durumu bütün insanların durumundan farksızdır. Ne var ki, o, konuşma yolunu seçtiği için bunları konuşmak zorundadır. Peki, ama ne diyecek?
                 Burada da, öyle sanıyorum ki, şekilci de olsa, hayli açık bir davranış var. özgürlük adına yazarın haksızlığa, yani nereden gelirse gelsin, kötüye karşı koması, zorbalıkla savaşması gerektiği su götürmez. Her türlü zorbalığı kötülemek zorundadır, ister dostları zorbalık etsin, ister düşmanları; isterse bu zorbalık, XVIII. Yüzyıl ilkelerini, bir çeşit demokrasiyi korumak için olsun. Ama, bunu yaptı mı, işçi sınıfının zorbalıklarını, Sovyet Rusya'nın zorbalıklarını kötüleyecek. Çünkü, amacını unutup, yollar üzerinde duran bir davranışa varacaktır. Zorbalığı ne adına kötülüyoruz, onu bilmemiz gerek. Bilmemiz gerek ki, biz bir zorbalık dünyasında yaşıyoruz, zorbalık onu kullananların bulduğu bir şey değildir, her şeyde zorbalık var. ama, bu durumda, önce yazarın kendi için bir zorbalık kuramı araması, birçok zorbalık çeşitleri olduğunu anlaması, zorbalığa karşı zorbalık olduğunu anlaması gerek.
                 Rusya'nın işgal ettiği memleketlerde bir milyon insan sürülmüş olabilir. Peki, diyorlar ki bana, buna karşı sesimizi var gücümüzle yükseltmeliyiz. Yine diyorlar ki bana, Alabama'da bir zencinin linç edilmesi pek acıklı bir şeydir, ama bir tek zenci linç edilsin; burada bir kişi, orada bir milyon. Şunu söyleyeyim önce: Bir davranışımız salt ahlâkçı bir davranışsa, bir ile bir milyon arasında bir ayrılık gözetemeyiz, ama, bu davranış biraz biçimci geliyor bana.
                 Başka türlü düşünelim: Bir duruma göre, bu sürgün olduysa, son derece kötü bir şeydir, ama, amaca varmak için bir yoldur. Bu, onu kötü olmaktan çıkarır demiyorum, ama onu bu ışık altında görmemiz gerek. Buna karşılık, zencinin linç edilmesi, kendi içinde süregelen bir durumun sonucudur, şu ya da bu amaca götüren bir yol değildir, düpedüz bir zorbalıktır. On milyon zencinin içinde bulunduğu bir durumun belirtisidir. Onlardan önceki on milyon zenci de bu durumdaydılar, bundan sonra gelecek on milyon zencinin durumu da belki bu olacaktır. Yani, burada da baskı düzeni içinde bulunuyoruz. Her iki durumda, baskı hep aynı nedenlere dayanıyor. 
                 Burada, bir görüşü başka bir görüşe karşı savunmak istemiyorum. Demek istiyorum ki, bir yazar zorbalığı a priori kötülememelidir. Onu, çerçevesi içinde, bir yol diye bakarak kötülemeli ve hele, şunu anlamalıdır ki, çalışılacak şey, zorbalığı toptan ve soyut olarak kötülemek değil, her durumda gerekli olan zorbalığın en azını kurmaktır. Çünkü, bugün her şey zorbacadır. Demek ki, sorun her zorbalığı kötülemek değil, yararsız zorbalığı kötülemektir. Başka bir deyimle, burada sorun, yazarın kendi için çözeceği ve başkalarına anlatmaya çalışacağı sorun amaçlarla yolların ilişkisi sorunudur. Ana sorunlardan biri budur ve biz yazarlar, sorumluluğumuz gereği, bunu çözmeye çalışmalıyız.
                 Diyecek olursanız ki, "Ben zorbalığı kayıtsız şartsız değil, bir amaca yönelmediği ve bu amaca varmak için gerekli zorbalığın en azı olmadığı zaman kötüleyeceğim." bu, sizi, yazar olarak ister istemez, amaç sorununu ortaya koymaya sürükler.
                 Bir yazarın, bir kuramı, bir davranışı, bir işi düpedüz olmaz diye kötülemesi düşünülemez. Bu kötüleme bir şey adına olmak zorundadır. Onun için bugün kurtuluş ve özgürlük sorununu yeniden düşünmemiz gerekir. Anlamalıyız ki, Habeas Corpus bugün bir aldatmacadır diyorsak, daha derin bir özgürlük adına diyoruz; işte o özgürlüğü anlamaya, ona varmaya, onu gerçekleştirmeye çalışmalıyız.
                 Gerçekleşmesi gereken yeni bir özgürlük var. Demek, böyle bir özgürlüğü düşüneceğiz. Makyavelciliği kötülememiz gerekiyorsa, bunu milyonlarca insanın yoksun olduğu bir özgürlük adına yapamayız; makyavelciliğe sığmayan ve bizim tanımlamamız gereken bir özgürlük adına kötülemeliyiz. Ya da şöyle diyelim: Bence bugünün bir yazarı vicdan rahatlığı duyamaz, eğer olumlu ve somut özgürlüğe götürecek sosyalizmi tanımlamamışsa, kendisi de bu yolda değilse ve bu yolu somut olarak belirtmemişse.
                 Yazarın sorumluluğu pek açıktır bugün:
· Özgürlüğün, kurtuluşun olumlu bir kuramını yapmak.
· Zorbalığı, ezilen sınıfların insanları açısından kötüleyecek bir konuma geçmek.
· Amaçlarla yollar arasındaki ilişkiyi belirlemek.
· Bir düzeni gerçekleştirmek ve ayakta tutmak için kullanılan zorbalığın her türlüsüne hemen kendi adına karşı koymak. Bu karşı koyma hiçbir şeyi durdurmaz ya, öyle de olsa.
·                Her zaman, hiç ara vermeden, yılmadan, amaçla yollar sorunu üzerinde, ahlâkla politikanın ilişkileri üzerinde düşünmek. 
                 İşte, çağımızın ve biz yazarların sorunu. İşte, yazarın her zamanki değil, bugünkü sorumluluğu.
                 Yazar, genel olarak, iyi budur, kötü şudur diyecek olursa, sorumluluğunu unutmuş olur. Çünkü, ondan istenen bu değildir. Genel olarak, iyinin ne olduğunu herkes bilir. Ondan istenen, iyi niyetli insanları bu sorunlar üzerinde düşündürmektir. Etkin olup olmaması ayrı bir sorundur. Hem zaten benden istenilen de bundan söz etmek değil. Herhalde şurası su götürmez ki, dünya düzeninde yerlerini hiç alamayacak durumda olan ya da şimdilik alamayacak olan memleketlerden Avrupalı bir yazar, düşüncelerini, bu düşünceler ne olursa olsun, tek başına ne dünya yığınlarına, ne de bugünün tarihinde özel bir önemi olan memleketlerin yığınlarına ulaştırmayı umabilir. Onun için yazar, bir çeşit bayrak koşusuna girecek, yani amacı yalnız kendi memleketinin okurlarını değil, yabancı yazarları da etkilemek olacak; yabancı yazarlar onun, o da yabancı yazarların düşüncelerini, direnişlerini, tanıtımlarını yığınlara iletecek. İşte, bunu için UNESCO gibi bir kurum gereklidir. Yazar, bütün bu dediklerimi yapmaya çalıştıktan sonra, boşuna uğraşmış olabilir. Biz yazarların önlememiz gereken şey, sorumluluğumuzun suçluluğa çevrilmesi ve elli yıl sonra bize şunun söylenmesidir: bu adamlar dünyanın en büyük felaketinin geldiğini gördüler ve sustular.

1946

Bilmece / Albert Camus


Bilmece / Albert Camus

             Göğün tepesinden düşen güneş dalgaları, çevremizdeki kırda sıçrayıp duruyor kırasıya.gürültü patırtı karşısında susuyor her şey. Karşıda Luberon Dağı soluk almadan dinlediğim bir donmuş sessizlik yığını sanki. Kulak kabartıyorum: Uzaktan gelenler var bana doğru;gözle göremediğim dostlar çağırıyor beni; sevincim büyüyor, eskisi gibi. İşte, yeni bir mutlu bilmece her şeyin gizini açıyor bana.
             Dünyanın saçmalığı nerede? Bu parıltıda mı, yoksa onun yokluğunu düşünmemde mi? Kafamdaki bunca güneşlere karşın, neden saçmadan,karanlıktan yana gittim? Çevremde herkes şaşıyor.Bu sözcüğü absürde karşılığı kullanıyoruz.Absürde,akla sığmayan, mantığa aykırı anlamına gelir ve batı dillerinde bir felsefe terimi olarak kullanılır. Matematikte bir düşünce yöntemi olarak da kullanılır.
             Şöyle diyebilirim onlara ve kendime :Güneşin kendisi götürdü beni karanlığa; öylesine kalındı ki aydınlığı,evreni bütün biçimleriyle pıhtılaştırıyor, bir karanlık parıltıya boğuyordu.Ama, bu başka türlü de söylenebilir. İsterdim ki, bu alacakaranlık — ki benim için, her zaman gerçeğin ta kendisidir — karşısında, kendimi rahatça anlatayım. Bu alacakaranlığı, dünyanın bu saçmalığını öylesine biliyorum ki, ondan kabaca konuşulmasına dayanamıyorum.
             Aslında, alacakaranlıktan konuşmak bizi güneşin ta kendisine götürecektir.Kimse ne olduğunu söyleyemez.Ama, ne olmadığım söylediği olur.İstiyorlar ki,arayan adam, neyi bulduğunu söylesin.Bin ağızdan ona neyi bulduğunu söylerler. Ama,kendisi,daha bulamadığını bilir. Diyeceksiniz ki, sen ara ve bırak onlar konuşsun. Doğru. Ama uzaktan uzağa insanın kendini savunması da gerek. Ben neyi aradığım: biliyorum, onu ürke ürke adlandırıyorum, o değil diyorum,odur diyorum,ileri varıyorum,geriliyorum. Ama, zorluyorlar beni, bulduklarının adını ver, adını ver, kestir at, diyorlar bana. Şahlanıyorum o zaman. Bir şey, adı konduğu anda yitirilmiş değil midir? İşte, hiç olmazsa bunu söyleyebiliyorum.
             Bir dostumun dediğine bakılırsa, bir adamın iki kişiliği vardır : Biri kendininki, biri de karısının onda gördüğü. Karısına toplum diyelim, o zaman anlarız bir yazarın bütün bir duyuşa verdiği adın,bir yorumla nasıl ondan ayrıldığım ve yazar bir başka şeyden konuşmak istedikçe yüzüne vurulduğunu. Bir şey söylemek, onu yapmak gibidir : «Bu çocuk sizden mi dünyaya geldi?» «Evet»,«öyleyse sizin oğlunuz bu çocuk.» «O kadar kolay değil bu iş!» Nitekim, Nerval, berbat bir gecede iki kez astı kendini;bir kez kendi dertlerine son vermek için,bir de başkalarına para kazandıracak bir söylence yaratmak için.Kimse ne gerçek mutsuzluk üzerine yazı yazabilir,ne de kimi mutluluklar üzerine.Ben de bunu deneyecek değilim.Ama söylenceye gelince,onu anlatabilir insan, ve bir an için olsun, onu söylencelikten çıkardığını sanabilir.
             Bir yazar, çokluk, okunmak için yazar. Bunun tersini söyleyenleri alkışlayalım, ama inanmayalım onlara. Bununla birlikte, bizde yazar, gittikçe okunmama onurunu kazanmak için yazıyor. Yazar, bizim çok satılan gazetelerimizde göz alıcı bir yazı konusu olabildi mi, birçok insanca tanınabilir. Ama, bu insanlar onu hiçbir zaman okumayacaklar, adını ve onun üstüne yazılanları bilmekle yetinecekler. O andan sonra bu yazar olduğu gibi değil, aceleci bir gazetecinin onu tanıttığı gibi bilinmiş (daha doğrusu, unutulmuş) olacak. Demek ki, edebiyat dünyasında ad yapmak için artık kitap yazmak gerekli değil. Akşam gazetelerinin ondan bir kitap yazmış gibi söz etmeleri elverir ve kimse de artık bu haberden öteye gitmez.
             Kuşkusuz, bu ün büyük küçük, çalınma bir ündür. Ama, ne yapabiliriz? Bundan bir hayır gelmesini beklemekten başka çare yok. Hekimlere göre, kimi hastalıklar hayırlıdır. Çünkü, onlar daha büyük birtakım güçlükleri önlemiş olurlar.Böylece, mutlu kabızlar,insana Hızır gibi yetişen damar hastalıkları vardır. Her yaptığımız işin bir sürü lafa ve çabuk yargılara boğulması Fransız yazarına hiç değilse bir alçak gönüllülük dersi verebilir. O yazar ki, mesleğine gittikçe ölçüsüz bir önem veren bir toplum içinde bu alçak gönüllülüğe son derece gereksinimi vardır.
             Bildiğimiz birkaç gazetede adını görmek insan için yararlı bir sınav oluyor. Ne mutlu bize ki, her gün bedavadan övülerek şanın şerefin boş şeyler olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Koparılan gürültü ne kadar güçlü olursa, o kadar çabuk sönüyor. Altıncı Alexandre'ın bu dünyadaki şanın şerefin bir duman gibi gelip geçtiğini unutmamak için önünde yaktırdığı pamuğun alevi gibi.
             Ama acı şakayı bırakalım. Bizim konumuz için şu kadarım söylemek yeter : Sanatçı, ister istemez,dişçi ve berber salonlarında hiç hak etmediğini bildiği bir ünün kendi üstünde bir kimlik bırakacağını bilmek ve bunu hoş görmek zorundadır. Zamanımızda beğenilen bir yazar tanıdım. Adı hovardaya çıkmıştı : Her gece, içkili kadınlı cümbüşlerde, çıplak kadınlar, kirli pasaklı çapkınlar arasında yaşıyormuş. Peki ama, nasıl oluyor da bu adam, kitaplıklar dolusu yapıt vermiş, buna nerden vakit bulmuş, diye düşünmemiş kimse. Aslında bu yazar, daha birçokları gibi, geceleri uyur, gündüzleri de saatlerce masası başında çalışır, karaciğerini korumak için de madensuyu içer. Ama, orta Fransız dinler mi? Kendisi sanki çöl insanları gibi ağzına içki koymaz,sabah akşam yıkanırmış gibi,yazarlarımızdan birinin içki içmeyi, yıkanmamayı öğütlemesine ifrit olur. Buna bol bol örnekler verilebilir.Ben kendim, bir insanın ne kadar ucuza sofuluk ünü kazanabileceğine örnek olabilirim.(Gerçekten ben böyle bir ünün baskısı altındayım, ama dostlarım gülüyor buna. Hiç hak etmediğim ve bile bile katlandığım bu ün yüzümü kızartıyor benim). Değer vermediğiniz bir gazete sahibinin çektiği şölene gitmek onurunu teptiniz mi tamamdır. En basit dürüstlükte, herkes, gizli kapaklı birtakım ruh sakatlıkları bulmaya çalışır. Kimse düşünmez ki, bu gazete sahibinin şölenine gitmemeniz, ona değer vermediğiniz ya da sıkılmaktan korktuğunuz içindir. Az mı sıkıntılıdır Paris'in o ünlü şölenleri!...
             Kısacası,katlanmak gerekiyor buna.Ama sırası gelince,insan yanlışı düzeltmeye çalışabilir,diyebilir ki, insan her zaman saçma üstünde durmaz ya, kimse de umutsuz bir edebiyata inanmaz.Saçma kavramı üzerinde bir deneme yazmak ya da yazmış olmak, olağan bir şeydir. Ama insan, hiç de zavallı kız kardeşine saldırmadan da korkunç günahlar üstüne yazabilir, örneğin, ben hiçbir yerde Sophokles'in babasını öldürdüğünü ve annesiyle günaha girdiğini okumadım.Her yazarın,ister istemez, kendini anlattığı ve kitaplarında yalnız kendisi olduğu düşüncesi bize romantizmin bıraktığı çocukça inançlardan biridir.Tam tersine,bir sanatçının ilkin başkalarıyla, yaşadığı çağla ve çevresindeki insanlarla ilgilenmesi hiç de olmayacak bir şey değildir. Hatta, kendini ortaya koyduğu olsa bile, gerçekten ne olduğunu söylemesi binde bir görülecek şeylerdendir.Bir insanın yapıtları,çoğu kez, onun özlediği, heveslendiği şeylerin öyküsüdür. Yapıtınız hiçbir zaman kendi öykünüz değildir, hele yaşamöykümüz olmak savındaki yapıtlarda.Hiçbir insan, hiçbir zaman, kendini olduğu gibi anlatmayı göze alamaz.
             Ben, tam tersine, olabildiğim ölçüde nesnel bir yazar olmayı isterdim. Benim nesnel dediğim yazar,konularını hiç kendini hesaba katmadan seçen yazardır.Ama, çağımızın, yazan konusuyla karıştırma tutkusu, bu kadarcık özgürlüğü bile çok görür yazara. Ve işte böylece insan, saçmalığın peygamberi oluverir.Oysa ben,zamanımda,sokaklarda bulduğum bir düşünce üzerinde kafa yormaktan başka ne yaptım ki?Böyle bir düşünceyi beslemedim mi, hâlâ da bir yanımla beslemiyor muyum bütün benim yaşımdakilerle birlikte? Hayır,diyemem buna. Şu var ki, ben konuyu incelemek, mantığına varabilmek için gerektiği kadar uzağında durdum. Daha sonra yazdıklarım bunu yeterince gösterir.Ama,bir kalıp-düşünceyi işlemek, bir incelik üzerinde durmaktan çok daha kolaydır. Benim için kalıp-düşünceyi seçtiler : Ben de saçma oldum kaldım.
             Beni ilgilendiren ve bir ara üstünde yazı yazdığım yaşantı içinde saçma,yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir.Onu anımsamak,coşkusunu duymak, sonraki davranışlarıma karışmış olsa bile. Ama, neye yarar bunu söylemek? Haddimi aşmayayım ama, Descartes'in yöntem olarak ele aldığı kuşku da onun bir kuşkucu..olmasını gerektirmez. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan? İşi pek derinleştirmeden şu kadarını olsun söyleyebiliriz: Salt maddecilik diye bir şey olamaz, çünkü bu kavramı kurabilmek için dünyada maddeden başka bir şey daha olduğunu kabul etmek gerekir.Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur, demek,her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama,yaşamak ve örneğin,yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme,mezar ya da uçurumdur.Umutsuzluk konuştu mu, düşündü mü, hele yazdı mı,hemen bir kardeş el uzanır sana,ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü, edebiyat olan her yerde umut vardır.
             Elbette bir çeşit iyimserlik var ki, ben onda yokum. Bütün benim yaşımdakiler gibi ben de, Birinci Dünya Savaşının trampet sesleri arasında büyüdüm. O gün bugündür de bizim tarihimiz hep kanla,haksızlıkla, zorbalıkla dolu.Ama,bugün insanlar kötümserlik dedikleri
 bunca canavarlıkları ve aşağılıkları büyütmekle kalıyorlar. Ben kendi hesabıma insanlığın yüzkarasıyla savaşmaktan hiç geri kalmadım, katı yürekli insanlardan tiksindiğim kadar hiçbir şeyden tiksinmedim. Şu var ki, en koyu umutsuzluğumuz içinde, bu umutsuzluğu (bu yadsımacılığı) aşmanın yollarını aradım. Bunu da iyiliğimden, herkesten daha üstün ruhlu olduğumdan yapmış değilim. Ama, ben doğuştan içimde taşıdığım bir sezgi ışığına bağlıyım. Bu sezgi ile insanlar binlerce yıldır yaşamı en büyük acılar içinde bile sevmesini bilmişlerdir.
             Aiskhylos umutsuzdur çok kez, ama yine de ışık saçar dört bir yana, ısıtır insanı. Onun dünyasının ortasında bulduğumuz cılız bir anlamsızlık, saçmalık değil, bir bilmecedir. Yani,insanın gözünü kamaştırdığı için pek çözemediği bir bilmece.Bunun gibi,eski Yunana layık olmayan ama, ona canla başla bağlı kalan bir sürü insan olduğu gibi,tarihimizin yakıcılığı da bize acı gelebilir. Ama, yine de bu tarihi tutuyorlar, çünkü onu anlamak istiyorlar.
             Kara da olsa, yapıtımızın göbeğinde tükenmez bir güneş parıldıyor ki, o da bugün ovada, tepelerde bağıran güneştir.Bu böyle olduktan sonra sinsi pamuk ateşi yanabilir ; bizi şöyle görüyorlarmış, böyle görüyorlarmış, layık olmadığımız rütbeleri alıyormuşuz, ne çıkar bundan? Biz neysek, ne olacaksak, bu, yaşamımızı, çabamızı doldurmaya yeter. Paris görülmedik bir mağaradır, içinde yaşayanlar, dipteki kayada kımıldanan kendi gölgelerini gerçeğin ta kendisi sanıyorlar.Bu kentin insana kazandırdığı garip ve uçucu ünler de böyle bir şeydir. Ama, biz Paris'ten uzakta öğrendik sırtımızda bir başka aydınlık olduğunu, onunla yüz yüze gelmek için zincirlerimizi koparıp arkaya dönmemiz gerektiğini,ölmezden önce ödevimizin her sözümüzde onu dile getirmek olduğunu. Her sanatçı kuşkusuz kendi doğrusunun peşindedir. Büyük bir sanatçı ise, her yapıt onu bu doğrudan yana yaklaştırır ya da, hiç değilse, o kaynağa doğru çeker. O kaynak ki, günün birinde her şeyin içine dökülüp yanacağı uzak güneştir. Eğer şöyle böyle bir sanatçıysa, her yapıtı onu güneşten uzaklaştırır ve o zaman kaynak her yandadır, aydınlık dört bir yana dağılır, eriyip gider.Sanatçıyı inatçı araştırmasında yalnız onu sevenler destekler, bir de,sevdikleri ya da kendilerini yarattıkları için, kendi tutkularında her tutkunun ölçüsünü bulan ve giderek yargılamasını bilen insanlar.Evet, nedir bütün bu gürültü... sessizce sevmek ve yaratmak varken! Ama beklemesini bilmeli. Ha biraz daha, güneş nerdeyse tıkayacak ağzımızı.

Denemeler, Say yay. İst.1994  8.b.