Bundan birkaç hafta evvel, gene bu sütunlarda çıkan yazımda, Tanzimat’tan beri
fikir ve sanat sahalarında başlayıp da tam bir düzene koyamadığımız, hattâ
vazgeçtiğimiz bazı işlerden bahsetmiş, sonunda bunların rastgele, satıhtan
toplanmış misaller olduğunu, hakikatte bu devamsızlığın bütün hayatımızda hüküm
sürdüğünü ve altında da bir zihniyet ve iç insan buhranının çalıştığını
söylemiştim.
Bizi sadece yaptığımız işlerden değil,
onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayati
meselelerimiz yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran,
yahut bu mühim ve hayatî meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline
getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği
ikiliktir.
Bu ikilik, evvelâ umumî hayatta başlamış,
sonra cemiyetimizi zihniyet itibariyle ikiye ayırmış, nihayet ameliyesini
derinleştirerek ferd olarak da içimize yerleşmiştir.
İyiye, aydınlığa, kendimizi ve etrafımızı
tam muasır bir anlayışa doğru itmesi lâzım gelen bir hareketin böyle bir netice
vermesi ilk bakışta yadırganacak bir şey değildir. Fakat ne yapalım ki inkâr
ettikçe bizi rahatsız edecek bir realitedir.
Zaman içinde teşekkül eden bu realitede,
Tanzimat’ın işe programsız başlamasının, bilgi noksanının, sarih hedef
yokluğunun, hülâsa el yordamıyla yürümenin, biraz daha evvel başlayan, fakat
1850 yıllarından sonra gittikçe kızgın bir şekil alan iktisadî çöküşün, bu
çöküşün âmillerinden biri olan siyasî hâdiselerin büyük hisseleri vardır.
Sebeplerin ve neticelerin birbiriyle durmadan yer değiştirdiği, birbirinin
çehresini takındığı bu devirden ileride bahsedeceğim.
Saydığım sebepler olmasaydı, burada
medeniyet değiştirmesi hastalığının adını vereceğim -cesaret etseydim, psikozu
derdim,- vâkıa, belki hiç teşekkül etmez, yahut bu kadar keskin olmaz, yani
sadece ilerlemenin safhalarına göre mahiyetleri değişen bir Yeni ile Eski’nin
mücadelesi şeklinde kalır ve bu mücadelenin doğuracağı, umumî hayatı rahatsız
etmiyen muvazaalı terkiblerle --hattâ psikolojik bir zenginlik şeklinde-
devam eder, giderdi.
Fakat iş tam aksine oldu. Bugün umumî
hayatımızda herhangi kökten bir ameliyeyi yapabilmek için lâzım gelen
şartlardan âdeta mahrum gibiyiz. Bizi değiştirecek şeylere karşı ne bir
mukavemet gösterebiliyoruz, ne de ona tamamiyle teslim olabiliyoruz. Sanki
varlık ve tarih cevherimizi kaybetmişiz; bir kıyamet buhranı içindeyiz. Hiç
birini büyük manasında kendimize ilâve etmeden her şeyi kabul ediyor; ve her
kabul ettiğimizi zihnimizin bir köşesinde adeta kilid altında saklıyoruz.
Bir medeniyet bir bütündür. Müesseseleri
ve kıymet hükümleriyle beraber inkişaf eder. Onları lüzumsuz bulmaz, şüphe de
etmez. Nasıl elimiz, ayağımız, kulağımız bulunduğunu düşünmeden bu uzuvlarla
yaşarsak onlarla da yaşarız. Hakikî taazzuv da budur.
Umumî hayat değiştikçe, medeniyet de
müesseseleriyle ve kıymetleriyle hükümleriyle değişir. Bazan bunların bir
kısmını tasfiye eder. Fakat bütün bu değişiklikler insanla beraber olur. Küçük,
büyük buhranlar, anlaşamamazlıklar, huzursuzluklar, sıçrayış devirlerinde
ihtilâller, teknik terakkiler, keşif veya tabiî inkişaflar bu tasfiyeleri
yapar. Garp’ta Ortaçağ insanı, rönesans insanı, makine sanayii devrinin insanı,
bugünün insanı medeniyetiyle, müesseseleriyle beraber teşekkül etmiş şe’ni ve
tarihî vâkıalardır.
Biz de eski medeniyetimiz içinde böyle
idik. Selçuklular devrinde Anadolu kapılarını zorlayan insanlar, yeni vatanı
benimseyen ilk kurucu nesiller, Osmanlı fâtihleri, bütün siyasî
düzensizliklerine rağmen bize Itrî’nin dehasını ve Nâilî’nin dilini veren,
zevkimizin o tam inkişaf ve istikrar devri onyedinci asır sonunun insanı
elbette birbirlerinden çok farklıydılar.
Fakat aynı zamanda birbirlerinin
devamıdırlar da. Vâni Efendi’de Zembilli Ali Efendi, Zembili Ali Efendi’de ilk
İstanbul Kadısı Hızır Bey, Bursalı İsmail Hakkı’da Aziz Mahmud Hüdaî, Hüdaî’de
Üftâde, Üftade’de Hacı Bayram, onda Yunus Emre, Yunus’ta Mevlânâ aynı ocağın
ateşiyle devam ediyordu.
Bütün bu insanlar ne kendilerinden, ne de bir evvelkilerinden şüphe ediyorlar,
hayatı, düşünceyi, kendilerini idareden değerleri kudsî bir emanet gibi kabul
ediyorlar, aralarında nesil farklarını tabiî buluyorlardı. Onlar parçalanmış
bir zamanı yaşamıyorlardı. Hâl ile mâzi zihinlerinde birbirine bağlıydı.
Birbirlerini zaman içinde tamamladıkları için, gelecek zamanları da, kendi
düşünce ve hayatlarının muayyen olmayana düşen bir aksi gibi tasavvur
ediyorlardı.
O kadar ki onsekizinci
asırda yaşayan Kul Hasan Dede, onbeşinci asırda yaşamış olan Eşrefoğlu ile,
sanki aynı şehirde ve aynı tekkede imişler gibi kavga edebiliyorlar, duygu ve
hayat görüşü itibariyle o kadar başka türlü olan Nedim, Fuzulî’nin bir
mısrasıyla kendi sansüalitesini anlatıyor, birbiri arkasından gelen nesiller,
Hallac’ın haksız yere dökülmüş kanını dava ediyordu. Hülâsa fikirler, imanlar
büyük bir aile mirasının torunlarda genişlemesi gibi, aynı köklerden dalbudak
salıyordu. Hayat, bir ve bütün, insanıyla beraber sürüp gidiyordu.
Böyle olduğu için de bir yere konan taş, iki üç nesil sonra behemehal bir bina
oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini etrafına kabul
ettiriyordu.
İşte Tanzimat’tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey bu devam ve bütünlük
fikridir.
Bunu söylerken Tanzimat’tan beri hiç bir şey yapmadık, hep yarım kaldı, demek
istemiyorum. Bilâkis, büyük zaman kayıplarıyla da olsa, gene bir çok şeyler
yapıldı. Nesilden nesle cemiyetimizin iç ve dış manzarası değişti. Kadınımız
hayata girdi. Cemiyetimiz Garp fikirlerine ve sanatına alıştı, insanımız
makineyi tanıdı, devlet Avrupalılaştı.
Fakat bunlardan bir kısmının yeninin etrafındaki şevkten ziyade eskinin
çökmesinden ileri geldiğini, oluşlarında hâdiselerin hissesinin bizim
irademizden üstün bulunduğunu, hattâ asıl irade ve şuurumuza bağlı olanlarının
belki de ihmal edildiğini inkâr edemeyiz. Bir neslin başladığını çok defa
kendisinden sonra gelen nesil değil, belki bu neslin maruz kaldığı tarihî
şartlar tamamladı. Fakat en mühimi, bu yeni kuruluşların karşısındaki iç
vaziyetimizin, ne de esasından garblı kültür ve sanatı, başka türlüsü olmayan,
olmaması icab eden hayat şekilleri halinde alamadık. Daima içimizden ikiye
bölünmüş yaşadık. Bir kelime ile yaptığımızın çoğuna tam inanmadık. Çünkü bizim
için bir başkası, başka türlüsü daima mevcuttu ve mevcuttur. İşte bizi
garblıdan, eski Müslüman dedelerimizden ayıran ruh hali budur. Bugün bile yeni,
hayatımıza o kadar girdiği halde, gene onu münakaşaya hazırız ve münakaşa
ediyoruz da. Hele, yaptıklarımızı neticeleriyle beraber kabul etmek… buna asla
yanaşmış değiliz.
Öyle ki, o kadar rasyonel yaşadığımızı sandığımız şu yirmi yedi senenin
münakaşalarını düşündükçe insanın aklına ister istemez Heine’nin anlattığı
teoloji âlimi geliyor. Bu adamcağız ömrünü Allah’ın varlığını ispat için bir
kitap yazmaya hasretmiş. Hakikaten de büyük bir âlim olduğu, skolastikten kalma
o keskin münazara silâhına sahib olduğu için, üstüste deliller, bürhanlar
toplar, onları tanzim eder, davasını ispat edermiş. Fakat kitap bir türlü
yazılamamış.
Çünkü sonuna yaklaştığı zaman, kafası tam tersine çalışmaya başlar, yıllarca
büyük bir şevkle, metodla, ısrarla topladığı deliller ve bürhanlar davasının
aleyhine dönermiş. Namuslu bir adam olduğu için o zaman kitabını yakar, ve bu
sefer Allah’ın yokluğunu ispat için bir başka kitap yazmaya başlarmış. Fakat
onu tam bitireceği zaman da hidayet tekrar içinde konuşur, inkârın sefil ve
karanlık aletleri birdenbire imanın nuru ile parlarmış. Heine’nin kendini
gördüğü devre kadar bu hep böyle devam etmiş!
Bu hikâye de bizim Tanzimat’tan beri yetiştirdiğimiz nesillerin macerasını
görmemek kabil mi? Belki de Heine’nin zalim zekâsı, bu zihni terazileşmeyi,
Almanya’nın bizimkine benzer bir ruh hali için uydurmuştur.
Bu bakımdan yalnız edebiyat nesillerinin hayat karşısında değişen vaziyetlerini
mütalaa etmek ne kadar faydalı olur. Fakat niçin sade nesiller? Ferd olarak
aldığımız zaman da aynı vâkıayı görürüz. Çünkü neslin nesle âksülmel yapması,
hele sanatta çok tabiî bir şeydir. Fakat ferdin kendi içinde bölünmesi hiç de
tabiî değildir.
Doğrusu istenirse, Tanzimat’tan beri yetişenlerin çoğunda hemen her hareket,
gürültülü veya sessiz bir istifa, bir nevi tövbekârlık, kendi kendini inkârla
sona erer. Yahut şahsiyet tam bir dargınlık içinde veya kısır bir şüphede
kendisini tüketir. Fikret ile Cenab’ın âkıbetleri! Bir nevi terk-i saltanata
benziyen prensip fedakarlıkları ise sayılmayacak kadar çoktur.
Sanki Cevdet Paşa’nın, Kırım muharebesi esnasındaki değişikliklerden
bahsederken yeni bir masraf kapısı olan ve şikâyet için anlattığı iki sofra,
alafranga ve alaturka sofralar, genişlemiş, büyümüş, hayatımızı parçalıyor.
Üstelik bu ruh hali dinamik olmaktan da çıkıyor, statik bir şekil alıyor. Sanki
içimizde değişmez hadler kurmuş gibi.
Ameliye tek değildir. Evvelâ bu ritm, ferd olarak hayatımızda mevcut. Yeninin
taraftarı ve mücadelecisiyiz, fakat eskiye bağlıyız. İş bu kadar kalsa iyi.
Fakat kalmıyor, daha karışıyor. Hayatımızın bazı devirlerinde yeninin adamı
olarak eskinin tazyikini duyuyoruz; bazı devirlerinde eskinin adamı olarak
yeninin tazyiki altında yaşıyoruz. Bu kutub değiştirme bir asırdan beri
hayatımıza hâkim.
Bazan hâdiseler, tarihî şartlar buna sebep oluyor. Bazan da psikolojik
sebeplerle buna düşüyoruz. Meselâ kendimizi hâlis bulmuyoruz, kendi hayatımızı
yaşamıyoruz, kendi ağzımızla konuşmuyoruz vehmine kapılıyoruz.
Buna, en ufak bir muvaffakiyetsizliğin, umumî hayattaki herhangi bir aksayışın
karşısında ilk yenilik nesillerinin duyduğu, duymuş olması lâzım gelen o nefse
karşı, yahut çok yüksek bir varlığa karşı işlenmiş gizli ve zalim cürüm
duygusunu da ilâve etmelidir.
Cesaret edebilseydim, Tanzimat’tan beri bir nevi Oedipus kompleksi, yani
bilmiyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi içinde yaşıyoruz, derdim.
Muhakkak olan bir taraf varsa, eskinin, hemen yanıbaşımızda, bazan bir mazlum
kaybedilmiş bir cennet, ruh bütünlüğümüzü saklayan bir hazine gibi durması, en
ufak sarsıntıda serab parıltılarıyla önümüze açılması, bizi kendisine
çağırması, bunu yapmadığı zamanlarda da, hayatımızdan bizi şüphe ettirmesidir.
Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı… (Bize akseden çehresiyle yanlış yapma
korkusu.)
Bunlar şüphesiz başlangıç noktalarıdır. Ve her başlangıç noktası gibi yüzlerce
kılığa girerek hayatımıza tesir ediyor, nesiller boyunca bir türlü insanı ve
cemiyetimizi gerektirdiği gibi düzenlememize engel oluyorlar. Bir neslin
halledeceği davaları nesilden nesle havale eden, en basit meseleleri bir türlü
atlatamayan eşikler haline getiren, kendi hareketlerimizin neticelerini bize o
kadar yabancılık altında gösteren, hülâsa bize öz bir hayat yerine, sırasına
göre on, onbeş, yirmi yıl bazan daha fazla süren tecrübe devreleri yaşatan hep
bu medeniyet değiştirmesidir.
Bu, içinden çıkamayacağımız bir fâsid daire midir? Elbette ki hayır. Fakat
ondan kurtulma çarelerini arayabilmek için ve nasıl yerleştiğini mütalaa
etmemiz lâzım gelecek.
Cumhuriyet, 2
Mart 1951 (Yaşadığım Gibi, Dergah yay.İst. tarihsiz)
Ahmet Hamdi Tanpınar