HARF İNKILÂBI*
Prof. Dr.
Zeynep KORKMAZ
Sayın
Bakanlar, Sayın Milletvekilleri, Sayın davetliler, değerli meslektaşlarım.
Türkiye
Cumhuriyetinin 75'inci, dil inkılâbının 66'ncı, harf inkılâbının da 70'inci yıl
dönümü dolayısıyla, kültür inkılâbının ilk yapı taşı niteliğinde olan, hazırlık
ve uygulama safhalarındaki çalışmaların bir kısmı bu sarayın muhteşem tarihî
tablosunda gerçekleştirilen harf inkılâbı üzerinde durmak ve sizlere bu salondan
yine o günlerin heyecan duyguları ile seslenmek istiyorum.
Bildiğiniz
üzere "harf inkılâbı" veya "yazı inkılâbı" diye adlandırdığımız bu inkılâp, Arap
alfabesi yerine Lâtin alfabesi temelindeki millî bir Türk alfabesini geçerli
kılan bir değişimin ifadesidir. Bu inkılâp 1928 yılının 8-9 Ağustos gecesinde,
ulu Atatürk'ün Sarayburnu Parkı'ndan halka yaptığı bir konuşma ile müjdelenmiş
ve bir iki ay içinde gerekli ön çalışmalar tamamlanarak 1 Kasım 1928 tarihinde,
1353 sayılı kanunla TBMM'nin onayından geçmiş ve yürürlüğe girmiştir.
Harf
inkılâbı, niteliği bakımından basit bir yazı değişiminden ibaret değildir. Bu
inkılâbın sosyal yaşamımızda, dil ve kültür tarihimizde önemli bir yeri
vardır.
Bilindiği
üzere Atatürk inkılâplarının dayandığı temel ilke, Türkiye Cumhuriyetini siyasî
yapısı bakımından olduğu gibi, sosyal yapısını şekillendiren kültür değerleri
bakımından da çağdaş bir devlet hâline getirmekti. Dolayısıyla harf inkılâbı da
millî değerlere bağlı bir çağdaşlaşmanın ifadesidir. Ayrıca, sosyal ve kültürel
alandaki öteki yeniliklere de temel oluşturan bir özellik taşımaktadır. Türk
toplumunun kendi diline, kendi tarihine sahip çıkabilmesi, eğitim birliğine ve
millî bir eğitim sistemine kavuşabilmesi, okuyup yazma öğrenmenin
kolaylaştırılması ve kültür alanındaki gelişmelerde gerekli hamlelerin
yapılabilmesi, her şeyden önce Türk ulusunun kendi dilinin özelliklerine uygun,
kolay öğrenilir bir alfabe sistemine sahip olması ile
gerçekleştirilebilirdi.
Türkiye
Cumhuriyetinin temel ilkeleri ve devlet felsefesi ile bağlantılı olarak,
Atatürk'ün yazı inkılâbı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin
ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin özelliklerine aykırı
düşmesidir. Bu gerçek, ülkede okuyup yazma güçlüğü doğuruyor ve kültür
alanındaki gelişmelerin önünü tıkıyordu.
Alfabe
temeline dayanan gelişmiş yazılarda alfabeyi oluşturan işaretler veya harfler,
dildeki seslerin yazıya yansımış sembolleridir (karşılıklarıdır). Bu nedenle bir
alfabenin mükemmelliği, o alfabedeki işaretlerin dildeki sesleri ve dilin ses
yapısını karışıklığa meydan vermeyecek biçimde karşılamasına bağlıdır. Oysa,
Türkçeye uygulanan Arap harfleri, böyle bir imkânı sağlamaktan çok uzak
durumdadır. Çünkü yine hepimizce bilindiği gibi, Arap dili Hamî-Samî diller
ailesine giren bükümlü bir dildir. Bu dilde yeni türetmeler ve fıil çekimleri
sabit harflere bağlı kök durumundaki kelimelerin iç bünyelerinde meydana gelen
ünlü kırılmaları ve bunların "vezin" denilen belli gramer kalıplarına göre
genişletilmesi ile yapılır. Klâsik bir örnek olarak, ketebe "yazdı", kâtib
"yazan", mekteb "okuyup yazma yeri", mektûb "yazılmış şey" gibi şekiller
gösterilebilir. Türkçe ise Altay dil ailesine bağlı, eklemeli (agglutinant,
iltisaklı) bir dildir. Bu dilde kelime kökleri sabittir. Yeni türetmeler ve
çekimler bu köke eklenen ekler ile karşılanır.
Ayrıca,
Türkçe, kendi ses sisteminde ünlülere ağırlık veren bir dildir. Standart
Türkçede 9 ünlü vardır. Arap yazısı ise, ünsüz iskeletine dayanan bir yazıdır.
Ünlülerinin sayısı üçü geçmemekte ve bunlar da yalnız uzun okunan ünlüler için
kullanılmaktadır. Yani yazıda kısa ünlüler yazılmamaktadır. Oysa, Türkçe aynı
zamanda kısa ünlülere dayanan bir dildir. Arapçadaki bu ünlü eksikliği
dolayısıyla ünsüzlere ağırlık verilmiş ve ünsüzlerinde Türkçenin ünsüz sistemi,
ses yapısı ve ses kuralları ile bağdaşmayan bir çeşitlilik ortaya çıkmıştır. Bu
durum, dilimize girmiş Arapça ve Farsça kelimelerin doğru okunup yazılması bir
yana, Türkçe kelimeler için bile büyük bir sıkıntı doğurmuştur. Söz gelişi q½
yazılışındaki bir sözün gel mi kel mi, kil mi gil mi, gül mü yoksa göl mü
okunacağı yalnızca karineye yani sözün gelişine bağlı kalıyordu. Dolayısıyla bu
imlâ, ünlülere değer vermeyen, kelimelerin kalıp hâlinde yazıldığı klişeleşmiş
bir imlâ idi ve yine ünsüzlerinde Türkçe ile bağdaşmayan uyumsuzluk dolayısıyla,
Türkçenin tek bir k ünsüzüne karşı Arap imlâsının kef ( " ) ve kaf ( , ) diye
ayrılan iki ünsüzü, Türkçenin tek h sesine karşı ha ( Õ ), hı ( O ) ve he ( ^ )
diye adlandırılan üç h'si, Türkçenin tek s ünsüzüne karşı sat ( ' ), sin ( " )
ve peltek s ( À ) denen üç türü, z ünsüzünün z ( " ), zel ( < ), zı ( ´ ) ve
dat ( ÷ ) olarak adlandırılan dört türü, t'nin te ( ® ) ve tı (¹ ) denilen iki
türü vardır. Yazıda ünlülerin kalın mı ince mi okunması gerekeceği bu ünsüz
türlerine göre ayarlanıyordu. Oysa, Türkçede bu çeşitli ünsüzlere hiç gerek
yoktu. Çünkü bir ünsüzün ön sıradan (palatal) mı arka sıradan (guttural) mı
olduğu ünlü uyumu kuralı sayesinde kolayca ayarlanabiliyordu. Söz gelişi, bakmak
sözündeki k'yi kaf ( , ) ile yazmak, ekmek sözündeki k'yi de kef ( " ) ile
yazmak gerekmiyordu.
Türkçede
boğumlanma (atikulation) noktalarındaki ayrılık sebebiyle ayrı ses değerleri
taşıyan g, ğ, v, ñ, y gibi ünsüzler Osmanlı imlâsında tek bir harf ile kef ( " )
ile karşılanıyordu Bunun okuyup yazmada ortaya koyduğu güçlük çok büyüktü. Söz
gelişi, değirmen sözündeki ğ ünsüzü kef ( " = s¦d½o ) ile karşılanırken, bağır
sözündeki ğ, gayın ( = dG ) ile karşılanıyordu. kovmak sözündeki v, gayın ile
yazılırken ( oLG ), övmek sözündeki v kef ile (pL½" ) yazılıyordu. Bu güçlükler
için daha nice nice örnekler sıralanabilir. Durum yukarıda belirtilen bütün
ünsüz türleri için de aynı idi.
Türkçede
birer hançere sesi olan ayın ( Y ) ve hemze ( ¡ ) ünsüzleri bulunmadığı için
bunların yazılıp okunması da ayrı bir sorun oluşturmuştur. Bu sesleri taşıyan
alıntı sözler, Türkçedeki okunuşlarında söz başlarında hep, söz sonlarında çok
kez atılarak a, ı, o, u, ö, ü gibi ünlülere çevrilmiş, kelime içinde de ya
atılmış ya da kesme biçiminde okunmuştur: âciz, acaba, ömür, malûm, maruf,
memur, mimar gibi. Ancak, bunların imlâda ne zaman elif, ne zaman ayın ve ne
zaman hemze ile yazılacağı, her sözün yazılışını teker teker bellemeden öteye
bir çözüm getirememişti.
Bu
güçlüklere, imlâda yazılıp da okunmayan, Arap dilinde p, ç bulunmadığı için
sonradan imlâya eklenmesine rağmen, yazıda karışıklığa yol açan p, ç
ünsüzlerinin durumu ile daha başka karışıklıkları da ekleyebiliriz. Bu konu ile
ilgili ayrıntılar ve Arap yazısının Türkçenin imlâ sisteminde yarattığı
sıkıntılar, birkaç yazımızda ayrıca ele alındığından,1 burada konuşmanın özünden
ayrılarak daha fazla ayrıntıya inmek istemiyoruz. Ancak, belirtilmesi gereken
önemli husus şudur ki, Arap dilinin ses yapısı ve gramer kuralları ile Türk
dilinin ses yapısı ve gramer kural ları arasındaki zıtlık ve uyuşmazlıklara
rağmen, Türk yazı sisteminin Arap yazısının kalıplarına sokulması, Türkçede
imlâyı klişeleştirmiş; her kelimeyi şekil ve anlam olarak teker teker tanıma ve
öğrenme mecburiyeti doğurmuştur. Dilde Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin de
fazlasıyla yer almış olması, bu güçlüğü daha da artırmıştır.
Arap
yazısının Türk dili açısından getirdiği bu yetersizlik, Tanzimat döneminden
başlayarak sık sık Osmanlı imlâsını gündeme getirmiş ve çeşitli tartışmalara yol
açmıştır. Bu tartışmalar sonunda, zamanla iki farklı görüş su yüzüne çıkmıştır.
Bunlardan biri Arap yazısı temelindeki Osmanlı imlâsının ıslahı görüşüdür.
Ancak, bu görüşle ilgili denemeler olumlu bir sonuç vermemiştir. O hâlde, geriye
kalan ikinci görüş, alfabe değişikliğidir.
Bütün bu
olumsuz gelişmeleri yakından izleyen ve bilen Atatürk, artık bir yazı inkılâbı
yapmanın gereğine inanmış bulunuyordu. Üstelik böyle bir inkılâp dil tarihimizde
bir dönüm noktası oluşturacak, sosyal ve kültürel alandaki öteki inkılâplara da
temel vazifesi görerek öncülük edecekti. Ne var ki, böyle bir inkılâbı
gerçekleştirmek kolay değildi. Bunun için önce Arap alfabesi ile okuyup yazma
güçlüğünün getirdiği olumsuzlukların halka açıklanması, sosyal yapının böyle bir
değişimi kabule hazır duruma getirilmesi, uygulama için zaman ve zemin
şartlarının kollanması, uygulamanın sistemli ve plânlı bir programa bağlanması
gibi önemli süreçlerden geçmesi gerekiyordu. Bunda, inkılâbı uygulayacak önderin
kimlik ve kişilik yapısının toplumca benimsenmesinin de önemli bir payı
vardı.
Biraz önce
yazı inkılâbının dil ve kültür tarihimizde bir dönüm noktası oluşturduğuna
işaret etmiştik. Öyle ya, Run ve Uygur yazılarından başlayarak -Benden sonra
konuşacak olan değerli meslektaşım Prof. Dr. Sayın Osman Sertkaya'nın da
üzerinde duracağı üzere- Türk toplumları tarih boyunca çeşitli alfabe
sistemlerini benimsemiş ve kullanmışlardır. Türklerin, Anadolu bölgesinde yurt
tutan kolu, XI. yüzyıldan başlayarak XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan 900
yıllık bir dönemde Arap yazısını benimsemiş bulunuyordu. Bu yazı ile binlerce
kültür ürünü ortaya konmuştu. Üstelik Arap yazısı İslâm din ve kültürünün bir
sembolü gibi de algılanıyordu. Türk toplumunun böyle gelenekleşmiş bir yazı
kültüründen koparılıp da Lâtin yazısı temelinde yeni bir alfabeyi benimsemesi
elbette kolay değildi. Ama inkılâpların dayandığı temel ilkeler ve Türk
milletinin geleceğini ilgilendiren gelişmeler de böyle bir değişikliği
kaçınılmaz kılıyordu. Esasen Arap yazısının Türkçe için ne kadar yetersiz
kaldığı Tanzimat, Servetifünûn ve Millî Edebiyat döneminde yapılan bilimsel
tartışmalarda da ortaya konmuştu. Arap yazısını ıslah yolundaki denemeler de
başarısız olduğu için çıkar yol Türkçenin dil yapısına uygun bir alfabe
sisteminin kabulünde idi.
Atatürk'ün
Türk toplumunda bir yazı inkılâbı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça
eskidir ve Cumhuriyetten önceki yıllara kadar uzanır.2 Türk toplumunun kendi
gelişmesini engelleyen bağlardan kurtularak, geleneksel kültürden çağdaş kültüre
geçmesinin inkılâpçı atılımlar ile gerçekleştirilebileceği görüşünde idi. Ancak,
yukarıda belirtilen sıkıntıların giderilmesi için önce toplumun böyle bir geçişe
hazır duruma getirilmesi gereğine de inanıyordu. Onun büyük Nutuk'unda dile
getirdiği "Ben milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekâmül
istidadını, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey, bütün heyet-i
içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim." sözleri,3 bu görüşün ve
inkılâplardaki zamanlama sırasının önemine işaret etmektedir.
Cumhuriyet
döneminde, Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk teşebbüsler 1923 yılında
başlamıştır. Bu tarihte İzmir'de düzenlenen İktisat Kongresi'nde Ali Nazmi ile
bir arkadaşı Lâtin harflerinin kabulü konusunda bir öneri vermişlerdi. Ancak, bu
öneri tepki ile karşılanmış, hatta en büyük tepki de "Lâtin Harflerini Kabul
Edemeyiz" başlıklı yazısı ile4 Kongre Başkanı Kâzım Paşa (Karabekir)'dan
gelmiştir. Hüseyin Cahit Yalçın da 1923'te İzmir'de İstanbul gazetecileri ile
yapılan bir toplantıda yine böyle bir öneri ileri sürdüğünde bu öneriyi Atatürk
bile olumlu karşılamamıştır. Çünkü, memlekette o gün esen hava böyle bir yenilik
için daha zamanın gelmemiş olduğunu gösteriyordu. Nitekim Atatürk, bu
isteksizliğinin sebebini daha sonraki yıllarda Falih Rıfkı Atay'a "Hüseyin Cahit
bana vakitsiz bir iş yaptırmak istiyordu. Yazı inkılâbının daha zamanı
gelmemişti." diye açıklamıştır.5 Aynı durum, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki
müzakerelerde de göze çarpıyordu. 25 Şubat 1924 tarihinde İzmir Milletvekili ve
Millî Eğitim Bakanı Şükrü Saracoğlu, millî eğitim bütçesi dolayısıyla yaptığı
konuşmada, yapılan bunca fedakârlıklara rağmen, halkın hâlâ okuyup yazma
bilmemesinin Arap harflerinin yetersizliğinden kaynaklandığını dile getirdiği
zaman karşılaştığı büyük tepki, Atatürk'ün zamanlama konusundaki duyarlığının ne
kadar yerinde olduğunu ortaya koyan bir örnektir. Bu durum bir süre basındaki
yazı ve tartışmalarda da devam etmiştir. Atatürk, yenilikleri topluma bir
oldubitti biçiminde kabul ettirme yerine, toplumu, duygu ve düşünceleri ile bu
yeniliğe hazırlama yöntemini benimsemişti. Bu nedenle 1924-1928 yılları
arasındaki süre, yazı ve dil inkılâbına öncülük eden bazı yeniliklerin yapılması
(3 Mart 1924'te öğretim birliği ile ilgili, Tevhid-i Tedrisat kanununun, 26
Aralık 1925'te İslâm takvimi yerine uluslar arası takvimin ve saat ölçülerinin
kabulü, 24 Mayıs 1928'de çıkarılan bir kanunla Arap harfli rakamlar yerine Lâtin
esaslı uluslar arası rakamların alınmış olması gibi) ve yeni Türk alfabesinin
kabulü için bir ortam hazırlama süresidir.
Bu geçiş
döneminden sonra, artık harf inkılâbına el atma zamanı da gelmiş olduğundan,
Atatürk'ün direktifı ve Bakanlar Kurulunun kararı ile daha önce kurulmuş olan
Dil Encümeni 26 Haziran 1928 tarihinde resmen çalışmaya başlamıştır. Falih Rıfkı
(Atay), Yakup Kadri (Karaos-manoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet Cevat (Emre),
Ragıp Hulûsi (Özdem), Fazıl Ahmet (Aykaç), Mehmet Emin (Erişirgil) ve İhsan
(Sungu)'dan oluşan bu encümen, Lâtin alfabesi temelinde, ancak, her yönü ile
Türkçenin ses yapısına uygun millî bir Türk alfabesi hazırlama görevini
yüklenmiş bulunuyordu. Encümen çok dikkatli ve titiz çalışmalar yaparak, bir
tasarı hazırlamıştır. Encümen tarafından hazırlanan bu tasarıda ne Arap
alfabesindeki harfler yer almış ne de Avrupa milletlerinin yazılarında görülen
ch, sch, tsch gibi ikili, üçlü ve dörtlü harflere yer verilmiştir. ç, c, s, j, ğ
gibi harfler de başka dillerin alfabesinden alındığı hâlde, ses değerleri
bakımından kendi dilimize göre ayarlanmıştır.6 Çalışmalar sırasında komisyon
güçlükle karşılaştıkça, Atatürk devreye girmiş ve bu güçlükleri keskin görüşü
ile aydınlığa kavuşturmuştur.7
Komisyonun
üzerinde durduğu önemli bir nokta da kabul edilecek yeni alfabenin uygulama
süresi idi. Üyeler bu yeni alfabenin 5-15 yıl arasında değişen bir süre içinde
uygulanabileceği görüşünde idiler. Komisyon üyesi Falih Rıfkı Atay, Komisyon
tasarısını Atatürk'e sunduğu zaman, Atatürk'ten aldığı cevap, devlet başkanının
bu konudaki derin seziş gücünü bir daha ortaya koyar niteliktedir. Falih Rıfkı
Atatürk'le aralarında geçen bu konuşmayı şöyle aktarmıştır:
"Atatürk bana
sordu:
-Yeni yazıyı
tatbik etmek için ne düşündünüz?
-Bir on beş
yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var, dedim. Gazeteler
yarım sütundan başlayarak yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek
mektepler için de tedricî bazı usuller düşünülmüştür.
Yüzüme
baktı:
-Bu ya üç
ayda olur, ya da hiç olmaz, dedi. Hayli radikal bir inkılâpçı iken ben bile
yüzüne bakakalmıştım.
-Çocuğum
dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi, herkes bu eski
yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu,
bizim yazı da Enver'in yazısına döner. Hemen terk olunuverir. "8
Bu konuşmada
geçen ve Enver yazısı denilen yazı, Enver Paşanın Osmanlı imlâsına bir çare
bulmak üzere, imlâya, ünlülerin ilâvesi ve her harfin ayrı yazılması ile
oluşturduğu bir imlâ biçimidir. Ne yazık ki, hatt-ı munfasıl, hatt-ı cedîd,
Enverî yazı veya Enver yazısı denilen bu yazı türü de uygulamada benimsenmemiş
ve fıyasko ile sonuçlanmıştır.
15 Ağustos
1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir makalede Yunus Nadi de yeni harf
uygulamasının aceleye getirilmemesi gerektiği görüşünü savunuyor ve kesin
uygulama için kendisince on yıldan fazla bir süreye ihtiyaç olduğunu ileri
sürüyordu9. Ancak Atatürk, Yunus Nadi'nin görüşünü de mantıklı bir cevapla
geçersiz kılmıştır10.
Esasen
Atatürk'ün; 1928 yılının 8-9 Ağustos gecesinde Sarayburnu Parkı'nda yaptığı
tarihî konuşmasında, Arap yazısından gelen güçlüğü, halkın bütün emeklerini
kısırlaştıran çorak bir yolda yürümeye benzetmesi ve "Bir milletin, bir heyet-i
içtimaiyenin yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez, bundan insan
olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir;
iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat
milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hatâ bizde değildir. Türkün
seviyesini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık
mazinin (geçmişin) hatâlarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hatâları tashih
edeceğiz (düzelteceğiz)."11 sözleri, hem tarihî bir zaruretin, hem kendisine
güvenilir bir önder olarak millet üzerindeki yapıcı etkisinin, hem de bu işteki
düzenli ivediliğinin ifadesidir.
Nitekim
bundan sonra 11 Âğustos-29 Ağustos 1928 tarihleri arasında yine bu sarayda,
Atatürk'ün başkanlığında milletvekillerinin, yazarların ve dilcilerin katıldığı
alfabe uygulaması ile ilgili toplantılar ve dersler başlamıştır. Bu
toplantılarda Alfabe Encümeni'nin hazırladığı taslak doğrultusunda kabul edilen
ilkeler de Başbakan İsmet Paşa (İnönü) tarafından 3 madde hâlinde basına
açıklanmıştır12.
Bundan
sonraki günler ve haftalar (23 Ağustos-21 Eylül 1928) Atatürk'ün yeni Türk
alfabesini öğretmek için bizzat önderlik ettiği yurt gezilerine ayrılmış ve bir
eğitim seferberliği başlatılmıştır13.
Görülüyor ki,
gerçekleştirilen dil inkılâbı ile dil ve kültür tarihimizin çetin bir dönüm
noktası başarı ile aşılmıştır. Plânlı ve düzenli sosyal değişimin mükemmel bir
örneği ortaya konmuştur. Tasarlanan daha sonraki inkılâpların hedeflerine
ulaşabilmesi için de sağlam bir temel hazırlanmıştır. Getirdiği sonuçlar
bakımından da eğitim ve kültür hayatımızda verimli gelişmeler
sağlanmıştır.
Harf
inkılâbının 70. yıl dönümünü kutlarken, aziz Atatürk'ün ve bu alanda emeği
geçmiş değerli düşünce adamlarının manevî huzurlarında şükran ve saygı duyguları
ile eğiliyor, sizleri de saygılarımla selâmlayarak konuşmama son
veriyorum.
* "Harf
İnkılâbının 70. Yıl Dönümü" dolayısıyla, 26 Eylül 1998 tarihinde Dolmabahçe
(İstanbul) Sarayı'ında yapılan konuşma metnidir.